30 Kasım 2007 Cuma

Genza


Öne doğru oturdu. Olmadı. Arkaya çekti kendini. Saçları sıkıştı sandalyenin parmaklıklarına. Burada olmamalıydı. Ait değildi buraya. Kimin nereye ait olduğu konusunda neler düşünmüş, neler yazmıştı bunca zamandır. Yazmasaydı da olurdu. Kimi zaman kağıdı alıp da yere atardı. Kalemlerini kırardı. Yazmak başa belaydı sonuçta. Hani bir günlüğe hayatını anlatmak gibi, hani olmadık bir yerde zamansızca okunmak gibi. Yazmak cesaret ister. Yazmak kağıt değil, kalemi farklı yönden tutabilmeyi ister. Öyleyse dedi yüksek sesle. Buraya ait değilim ben. Ama nereye? Ellerini kafasından çekip düşündü. Bulamadı.

Güneş olmadık günün, olmadık ışınlarını odaya serpince gün yüzü doğdu içine. Rastlantılarından resim yapmak istedi. Kağıdı düzgünce koyup masasına, bulabildiği kalemlerle çizdi. Bu bir dünyaydı. Sağ tarafa bir adamı oturttu, elinde kalemi, önünde defteri. Adamın hemen karşısına binlerce kafa çizdi. Renklere boğdu resmi. Olmadı. Yavaş yavaş siyahlaştı kafalar önünde. Aynı yöndeki sinirli bakışlar tek bir vücutta toplandı. Odak noktasına bir kadın çizdi. Kadın; korkusunu yumruk yaptığı ellerinde saklamış, boynu bükük... Düşündü, kadının ismi Genza olmalıydı. Heceleyerek söyledi yavaşça: Gen-za. Sağdan bakıldığında resme; kadının bedenini saran korku açıkça gözüküyordu. Soldan bakıldığında ise cesaretli bir ayak izi vardı zeminde. Ayaklarını yere sıkıca basmış, gergin bir vücut beliriyordu kağıtta. Öyle olmalıydı. Nefesini tutmuş Genza, tanıyıp tanımadığı tüm insanların karşısında, hem büyüyor, hem de aynı anda küçülüyordu. Hemcinsini tanımaz bir kadın çizdi karşısına. Genza suçunu bilen bir tavır takınmıştı kadına karşı. Kadınsa sinirli ve hoyrat. Renklerle debelenedursun resim. Yanındaki soğumuş kahve, yanlış bir el hareketiyle kağıdın üzerine döküldü. Kokusunu da tadını da kağıdın üzerine bıraktı kahve. Resimde şimdi belli belirsiz Genza, karşısındaki adam ve sinirli kadın vardı. Kafalar anlamsız dairelere dönüşmüş, renkler karışmıştı. Siyaha bürünmüştü tüm resim. Olur olmadık her yerde yenenin siyah/kara olduğunu kanıtlarcasına.

Başladı. Her gün aynı saatte çalardı bu şarkı. Burada saat yoktu. Zamanı bu şarkıyla ölçerdi. Şarkı çalmaya başladı mı gün çoktan bitmiş olurdu. O zaman ellerini ardına bağlayıp otururdu yatağına. Burada yatak ve masadan başka bir şey yoktu zaten. Arada kağıt ve kalem verirlerdi ona. Delirmesine engel teşkil edecek hiçbir şey yoktu bu dört duvarda. Ölmesi engellenirdi ama. Ne bir bıçak verirlerdi yemekte, ne de keskindi yatağın altındaki metalin köşesi. Delirmeye ramak kala demir parmaklıklara sıkıştırıp ellerini bağırmaya başlardı. Öyle zamanlarda gelirdi gün. Öyle zamanlara denk gelirdi bir martının kanat çırpışı. Sonra unuturdu. Parmaklıklardan günü, güneşi izlerdi. Martı olmadık yaşamına umut getirirdi bazen. Burada olmamalıydı, buraya ait değildi. Kapısını hızlıca kapardı gardiyan, demir kapı uykusuzluk nöbetine bir neden olurdu geceleri. Uyku yasak değildi. Kalabalık yasaktı. Oysa o günkü gibi olsa bile kalabalıklar güzeldi. Beden dokunuşunu, konuşmayı özlerdi bazen.

Yerde zemin.
Sokakta bulut.
Ağaçta bir kuş olarak kalırdı dört duvarın ardında. Duvarlarla kaldıkça o resmi çizerdi sayısız kere. Unutmak için, hatırlamak gerekti ayrıntıları. Ayrıntı dediğin kabussa eğer, çıkmazdı insanın aklından. Olmadık bilmecelerde gelir giderdi aklı. Yoktu. Yok olmaya alışmalıydı insan. Sildirmişlerdi adını. “Burada tuttuklarına bakma seni, ismin yok. Nefes aldığına şükredip durma, öldü sanıyor herkes seni. Yoksun artık.” demişti parmaklıkların ardında bir ses. Sesi tanımıyordu. Ses yoktu belki de.

Bitti. Şarkı bittiğinde gün batardı. Bu şarkıyı O buraya geldikten iki gün sonra çalmaya başlamışlardı. İlk geldiği gün kendinde değildi. Şarkı hiç duymadığı bir ezgide birleşirdi. Evinde olsaydı şu an, şarkıyı beğenmez, sözlerinden nefret ederdi. Ancak buradayken seviyordu şarkıyı. Buranın bir başkaldırısıydı şarkı. Saat yoktu. Zaman sadece şarkıyla ölçülürdü.

Önündeki resme bakıp ağlamaya başladı. Bitmeliydi. İnsan hafızasını silebildiği müddetçe yaşayabiliyorsa eğer; en azından bu resmi silmeliydi aklından. Kulaklarını gelen sessizliğe karşı tıkadı. Şarkı çoktan bitmişti. Gün kararmış, hiçbir martı gözükmüyordu parmaklıkların ardından. Düşüncelerini susturdu sonrasında. Kağıdı alıp parmaklıkların arasından attı. Resmi aklından silmeye çalıştı. Olmadı. Kafasını yastığın altına gömüp yattı. Ne zaman uyku geldi bilinmez; aynı ses, aynı saatte, aynı korkuyla uyandırdı onu.

"Genza! Kalk! Gidiyorsun."


Not:Uzun zamandır boş bıraktık burayı. Yazalım bakalım=)

13 Kasım 2007 Salı

Emperyalist Kültürün Ne Kadar Etik Ve Ahlaki Olduğunun Farkında Mıyız?



Her şeyden önce kültür kavramını tanımlamakla duruma açıklık getirmek gerekir. Bilindiği üzere kültür, dünya yüzeyindeki farklı birey ve toplulukların insan yaradılışından günümüze kadar edindiği değerlerin bugün aldığı son şekildir. Özellikle 1850'de yapılan sanayi devriminden sonra yeni pazarların yaratılmasıyla kültürel değişim zorunlu hale gelmiştir.

Daha somuta indirgeyip, örnekleyecek olursak. Örneğin, ABD şu an dünyanın en gelişkin silah teknolojisine sahip olup, ürettiği silahları sattığı ülkelerde savaş kültürünün temeli yaşam felsefesi olmuştur. İsrail ile Filistin arasındaki çatışmaları düşündüğümüzde, okula gitmesi gereken çocuğun elinde kaleşnikof ile İsrailliler'e karşı kurtuluş savaşına girişmesi duygusu, emperyalist toplumları sürüklediği olumsuz noktalardan biridir.

Aynı durum Irak'ta da geçerlidir. Irak'a müdahale eden ABD Başkanı Bush, Saddam'ı göndererek demokrasi kültürünü Irak'a egemen kılacağını iddia etmesine karşın tam tersi Irak insanının birbirine düşmanlığı daha da derinleşmiş ve ülke olarak gelecekleri ipotek altına alınmıştır. Önümüzdeki yıllarda Irak insanı petrolünü yok pahasına ABD'ye teslim edip, savaş tazminatını ödemekle meşgul olurken, diğer yanda o topraklarda doğacak olan çocuklar besinden, bilgiden ve ilgiden yoksun bir şekilde büyüyecek ve bütün bunlardan haberdar olmadan geldikleri 'GLOBALLEŞEN DÜNYADA' kendilerini tam bir kaosun içinde bulacaklardır.

İşte yaşanan acıyı dile getiren sözler:

Her şeyden önce kültür kavramını tanımlamakla duruma açıklık getirmek gerekir. Bilindiği üzere kültür, dünya yüzeyindeki farklı birey ve toplulukların insan yaradılışından günümüze kadar edindiği değerlerin bugün aldığı son şekildir. Özellikle 1850'de yapılan sanayi devriminden sonra yeni pazarların yaratılmasıyla kültürel değişim zorunlu hale gelmiştir.

Daha somuta indirgeyip, örnekleyecek olursak. Örneğin, ABD şu an dünyanın en gelişkin silah teknolojisine sahip olup, ürettiği silahları sattığı ülkelerde savaş kültürünün temeli yaşam felsefesi olmuştur. İsrail ile Filistin arasındaki çatışmaları düşündüğümüzde, okula gitmesi gereken çocuğun elinde kaleşnikof ile İsrailliler'e karşı kurtuluş savaşına girişmesi duygusu, emperyalist toplumları sürüklediği olumsuz noktalardan biridir.

Aynı durum Irak'ta da geçerlidir. Irak'a müdahale eden ABD Başkanı Bush, Saddam'ı göndererek demokrasi kültürünü Irak'a egemen kılacağını iddia etmesine karşın tam tersi Irak insanının birbirine düşmanlığı daha da derinleşmiş ve ülke olarak gelecekleri ipotek altına alınmıştır. Önümüzdeki yıllarda Irak insanı petrolünü yok pahasına ABD'ye teslim edip, savaş tazminatını ödemekle meşgul olurken, diğer yanda o topraklarda doğacak olan çocuklar besinden, bilgiden ve ilgiden yoksun bir şekilde büyüyecek ve bütün bunlardan haberdar olmadan geldikleri 'GLOBALLEŞEN DÜNYADA' kendilerini tam bir kaosun içinde bulacaklardır.

İşte yaşanan acıyı dile getiren sözler:
'sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
burası benim vatanım
ölmek de yaşamak da
benim hakkım
ve en çok bundan dolayı
sana burasını cehennem
bana yine cennet vatan yapacağım
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
yaşadığın her an
mahşer menzilimdesin
soluk aldığın her an
mahşer menzilimdesin
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
burası benim vatanım
camiler kenti: felluce
ben bağımsız yaşarım
ben anasız yaşarım
ben babasız yaşarım
ben oğulsuz yaşarım
ben kızım olmadan yaşarım
ama vatansız yaşayamam
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
unutma
benim öldüğüm yer de vatanım
ya senin ve
sen
petrolsüz yaşayamazsın
yapamazsın yaşayamazsın
öfken hayalet öfkem gerçek
öfkem gerçek öfken hayalet
ölmek ve öldürmek benim için onur
senin için utanç
senin için yüz karası
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
sen uyut dünya uyusun
sen uyut insanlık uyusun
ama ben uyanığım
ama ben direneceğim
işte kefenim bedenim
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
felluce içinde redif sesi var
bakın yüreğine acep nesi var
beni duymayana dostlar
hepten âhım var
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
mahşer menzilindesin
mahşer menzilindesin
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
bayram bağımsızlığımladır.'
Emperyalizmin insan yaşamında en yürek burkan tarafı ise; tüketim nesnelerinin ilkel toplumlarda ve günümüzde farklı amaçlarda kullanılmasıdır. İlkel toplumlarda insanlar sadece karnını doyurmak ve barınmak amaçlı temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken ve bunları kendi aralarındaki ticari ilişkilerde kullanırken, günümüzde söz konusu nesneler temel ihtiyaçların çok ötesinde keyfi olarak kullanılmaktadır.Bu da dünyada yoksulla zengin arasıdaki uçurumu daha da arttırmaktadır.Örneğin, AB ülkeleri parfüm ve kozmetik ürünlerine yılda 28 milyar dolar harcarken birçok ülkede insanlar açlıkla mücadele etmektedir ki , bu da hiç insani değildir.

Aklıma Etiyopya ve Sudan'daki eti kemiğine yapışmış insanlar geliyor. Bir tarafta milyar dolar harcama yapılırken, diğer tarafta bence insanlığın utanarak söylemesi gerektiği kelimeden yani 'AÇLIK’ tan her yıl 38 milyon insan ölüyor.İşte dünyadaki bu dengesizlik tüm çıplaklığıyla göze batıyor ve biz bu global köyde yan komşumuzun bile aç uyuyup uyumadığından bihaber bir şekilde yaşıyoruz.

Asıl sorun, yine bilim ve teknolojiyi elinde tutan ülkelerin üretim yaparken ne kadar ahlaki davrandıkları, insani boyuttaki düşünceleri ile alakalıdır. Mesela, ABD, KYWOTO anlaşmasını imzalamayarak ozon tabakasının delinmesine neden olmakta ve böylece küresel ısınmayla birçok ülkede de açlık ve kıtlığın önünü açmaktadır. Yani kendi halkının refahı ve mutluluğu için insanlığın geleceğini tehlikeye sokmaktadır.
Günümüzde bilim ve teknoloji alanında öncül ülkeler ürettikleri malları satmak için, söz konusu ülkelerde o malın tüketimini özendirerek yapay kültür oluşturmaya çalışmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle mallarını satmak ve tüketici davranışlarını ürün doğrultusunda etkilemek için her türlü aracı kullanmaktadırlar. Örneğin; hesap makinesi, bilgisayarlar, dvd, cd vb. unsurlar promosyon altında küçük elektronik araç olarak dağıtılabilmektedir. Batı, kendi ürünlerini satarak daha fazla milli gelir elde etmek için, geri kalmış ülkeleri kendi normal yaşam alışkanlıklarından vazgeçirmeye yönelik her türlü yöntemi kullanmaktadır. Örneğin; tekstil sektöründe kot ürünlerini giyme kültürünü yayarak, kendi alışkanlıklarını empoze ettirmeye çalışmaktadır ki, geri kalmış ülkelere çok yüksek fiyatlı teknoloji ürünü makineleri ve boya maddeleri satmalarıyla da, zengin ülkeler daha da zenginleşirken ve lüks bir yaşam yaşarken; fakir insanların daha yoksullaşmasına ve sıradan bir yaşam sürmelerine neden olmaktadırlar. Bu da tüm dengelerin bozulması ve hegemonyanın yüzünü göstermesi anlamına gelmektedir.
.
Türkiye'de; medyada, müzikte, sanatta, hayatımızın her alanında kültür saldırısı kendini göstermektedir. Geniş kitlelere ulaşan ve en büyük araç olan medya bugün eğlence programları adı altında her türlü soytarılığı yapmaktadır. Bunun en büyük nedeni ise reytingler 'sanal makine' üzerine kurulu olan ve reyting oklarını tüm dünya ülkelerine fırlatan emperyalist ülkelerdir ve medyanın tam ortasında kendini bularak amaçlarına ulaşmışlardır. Kuşkusuz bu durum, açık hedef haline gelen bizlerde de son derece olumsuz etkiler yaratmış ve bu ülkelerin diğer ülkelerde de yaptıkları hegemonyayı da ele alacak olursak, insanlığın psikolojisi tamamen alt üst olmuştur, kimi ülkelerde demokrasi ve özgürlük adına yapılan saldırılarda ise; o ülke coğrafyası kanlı, kırmızı birer tablo halinde dünya pazarına sunulmuştur.

Bugün küresel kültür, bize yaşam biçimi, ürün ve kimlik pazarlamaktadır ve böylece dünyayı tek tipleştirecektir. Dünya diktatörlüğü anlamına gelen küreselleşmenin götürüsü aysbergin görünmeyen yüzü kadardır.Küreselleşme çatısı altında oynanan oyunlar her zaman yıpratıcı olmuş, götürüsü getirisinden daha fazla olmuştur.

Doğu ve batı arasında birer köprü konumunda olan bizler ise gücümüzü tarihimizden ve kendi kültürümüzden almaktayız. Aynı zamanda kültürümüz ile emperyalist kültür arasında uzlaşmaz çelişkiler mevcuttur. Yurdum insanı her zaman halkların kardeşliğinden, barıştan, adaletten yana tavır sergilemiş ve insanı insan yapan bu gibi değerlerle ruhunu beslemiştir.

Ey Batı coğrafyası!
Var mısın kardeşliğe, var mısın barışa, adalete; söyle var mısın? Yoksan eğer sana şunu derim:
Doğuyu doğduğu yere gömersen,
Karanlığı kıldıysan egemen,
Sen de olamazsın bu âlemde
Tek başına 'KÜRESELLEŞEN.'
Gizem Kurular

7 Kasım 2007 Çarşamba

Bir tek bu gün afalladım!


Bulutların kavgasından yorulmuş gökyüzü itekliyor onları bir kenara başka diyarlara. Mor menekşelerin üzerlerine düşen gölgenin yerini güneş aydınlığı alıyor.

Gittiğimde yanına pencerenin, menekşelerin mutluluğuna şahit oldum. Sinirlendim. Kıskanmaktan mutluluğu, kendi kendimi yedim.

Benim solan menekşelerim olmalıydı, kalemim silmeli silgimse yazmalı, saatler günde sadece iki defa doğruyu göstermeli.

Garipliği başında taç gibi taşımalısın, bilirsin...

Seni anlatmayan şiirlere hayran kalırken önünden geçip giderken insanlar her birinin ağzını arayıp, hayatın anlamını bulmak gerek.

Portakal kabuğu kokusunu takip etmeli sokaklarda.

Yok ki...
İmge havuzunda boğduğun insanlar sana küfrederken, gülüp geçmeli.

Bilmiyorlar ki...
Bir aynam var odamda, bakıp kendimi kendime gösterdiğim, arkasına geçince kör olduğum.

Aldım menekşeleri en sonunda pencerenin önünden, aynanın arkasına yerleştirdim. Bulutlar yüzsüz, yine kuruldular gökyüzüne. Portakal kabuğu kokusu benim odamdan geliyormuş ve durdurduğum her insan hiç bir şey söylemedi işime yarayan!

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!