29 Eylül 2007 Cumartesi

Salıncak

Hangi kelime eksik kaldı bilinmez, ama cümlem bir hiçi anlatmaya meraklı başladı konuşmaya. Kaçan yoktu elbet, duvarın dibinde oturmuş, kahverengi bir zamanı bekliyordum. Yaramaz bir çocuğun koyu pembe kaleminden çıkmış çizgileri, duvarın buraya ait olmadığının ispatıydı. Duvar oradaydı, ben de içinde, ya da dışında bilinmez.

Arası.

Yanımda bir salıncak. Önümde bir çocuk. Kaçmalı mı, beklemeli mi diye düşünmeye dalmışken gözüme takılıyor, çocuğun yanlış bağlanmış ayakkabıları. Küçükken terlikleri ters giyerek başlar insan isyan etmeye aslında. Kalın çerçeveli gözlüklerimi burnuma doğru itip konuşmak istiyorum onunla. Saçları kızıl çocuğun. Bir oyuncu edasıyla süzülüp salıncağa doğru ilerliyor çocuk. Salıncak kırmızı olmalı ya da yeşil. Hatırlamıyorum.


Yaşlı adam elindeki testiden yavaşça döküyor suyu, pencere kenarındaki çiçeklerine. Çiçekler ılık bir Türk filmi havasında; menekşe mor, sardunya sarı. Koyulaşıyor renkler ihtiyarın gözünde. Ağır aksak yaklaşıyor karısı arkasından. Perdenin islenmiş kısmına gözü takılıyor kadının, elinde ufaktan bir bez, titiz olmalı kadın. Balkonun penceresinden aşağı takılıyor bakışları adam ve kadının. Sokak sessiz.


Ürkek bir yazar son yazısını yine kendi ismi olmayan bir isimle gazeteye hazırlarken, arkada eskilerden kalma bir şarkı çalıyor. “I follow the Moskva” diye başladığında şarkı, arkasına dönüyor adam, belki bir plak, belki biraz toz, yaşlanıyor ancak zaman. Masanın üstündeki şampanya kadehine bakıp devam ediyor yazmaya. İçkinin yasak olduğu bünyelere bir görüntü bile yetebiliyor bazen. Sandalyesinde rahatsızca oturup devam ediyor yazmaya, bitirmeli, yarına yetişmeli ‘son’. Köşesinde bir veda hazırlıyor okuyucularına. Karanlık çöküyor pencerenin ardındaki sokağa. Bugün de geceliyor ismi saklı yazarın düşünceleri.


Ortalıkta bir duvar. Beyazdan, üstünde bilinmedik duraklar. Bu sokak hangi kaçmazları taşımıştır ki bunca yıldır? Cümleler devrik ve ağır. Anlatınca hikayesini kahverengi zamanın, biraz susmak gerekir ardından.


-Kestaneleri kışın sobanın üstüne koyup ısıtırdık.
-Ben de battaniyemi alıp otururdum sobanın önüne.
-Şimdi kestane yiyemeyiz mi dede?
-Neden çocuk, yeriz tabii.
-Sobamız yok bizim ama.

Yarın. Saçlarından tutup çekti çocuk onu. “Tek kalan çocuklar, dayak yemeye daha okul sıralarında alışmalıdır”ı uyguluyordu arkadaşı. Hata yoktu. Yavaşça seken adımlarıyla eve dönerken, pamuk şeker hayallerini yanından geçtiği parkta bırakıyor çocuk. Saçları kızıl. Eve vardığında çantasını hızla bırakıp yere, dedesinin yanına koşuyor çocuk. Şikayet mi, büyük olmak susmakla başlar. Yaşlı adam çocuğun geldiğini gördüğünde, yavaşça gözlüklerini indirip gülümsüyor torununa. Çocuğa yanındaki sehpanın üzerindeki tabaktan bir kestane uzatıyor.

-Kestane bu çocuk.
-Duvar olmaya karar verdim dede.

Ak saçlı adam şaşkınlıkla çeviriyor suratını. Kestaneyi küçük elleri arasına almış çocuk sessiz. Neden duvar diye sormamalı, gözlerini kırpıyor çocuk, biraz hüzünlü sanki.

-Peki ne renk olacak bu duvar, çocuğum?
-Parkın çevresindeki alçak duvar, hani salıncağın karşısında olan, onun gibi bir duvar olmak istiyorum.


Kadın, elinde tepsiyle salona girdiğinde, dedeyle toruna bakıp gülümsüyor. Yaşlanmış olmalı elleri. Bir tabakta çorba var, büyümeli çocuk. Sonra.

-Duvarlar beyaz olur değil mi dede? Ama ben mavi de olabilirim. Ben yazar olmayacağım ama babam gibi.


Gözlüklerini sehpaya bırakıp hüzünle çocuğa bakıyor ihtiyar. Torunun izlerinde oğlunu buluyor. Yavaşça çekiyor içindeki boşluğa kendini. Susuyor. Bazen büyükler konuşmaz, konuşamaz aslında.

-Çocuk kestane yiyelim biz, sen de duvar ol.
İhtiyar yaramaz bir bakışla gülümsüyor torununa. Çocuk baba’sını gömüyor çıkardığı yere, dedesine yeni çıkmış dişleriyle gülüp, kestaneyi ağzına atıyor ardından.


Öncesi


Çok da yok gecenin bitmesine. Saat zaman olup geçince öyle arsızca, hiçbir şey anlamaz yaşamdan zaten insan. Önündeki fotoğrafta bir bebek; yasağın ilk ispatını verdiğinden habersiz. Biri beyaza sığınmış gelin, biri siyahlara bürünmüş damat. Yüzükleri iki yıl öncesinden değil, bir gün öncesinden takılma. Ve altın değil. Adam mutlu, gelin renkli, bebek masum. Yazar fotoğrafı ters çevirip devam ediyor yazmaya. Fotoğraftaki adam değil artık o. Zaten beyazlardaki kadın da, orada o duvarın çok gerisinde. Bebek büyümeye çalışan bir çocuk şimdi dedesinin yanında.


“Bazen ölmeye her şey bitmişken başlarız. Arkamızda bırakacakları düşünmeden değil, hatırlayarak gireriz ölümün içine. Şimdi burada arkama yaslanmış düşünürken ölümü, ne kadar sahte ve basit yaşamak. Gitmek için nedenim yok. Belki kalabilirim. Ama gitmeliyim.” deyip bitiriyor köşesindeki son yazısını yazar. Altına kalın harflerle ismini yazıyor ardından gerçek olanı. Gazeteye yolladıktan sonra yazısını, kapıyı kapatıp karanlığa alışmaya çalışıyor. Oysa ne kadar uzaktır siyahlar ona. Elini istemsiz yahut istemli masaya uzatıp, beynine dayıyor tabancayı. Ölmek. Tek. Ses.


Arkamda sokak. Havaya kaldırıp ellerimi, bir bulut çiziyorum. Bulut yok. Önümde duvar. Beyazdan rengini kaybetmiş, yaramaz ellerle kirlenmiş alçaktan bir duvar. Bir bankın üstünde oturuyorum. Karşımda salıncak. Kırmızı. Çocuğun salıncağa dokunuyor kestane tutmayan eli.


Duvarın diğer yanına geçmeli mi çocuk,
kırmızıda unutmalı mı salıncağı,
büyümeli mi tez elden?


29.09.2007 17:16:22

28 Eylül 2007 Cuma

Derin Derim ki;

Kafamı vurdum yattım. Hayat zor bazen ya… Her zaman eğlenemiyorsun yani. Yani dağıtamıyorsun kimi zaman kendini. Doğru olmak da yanlış olmak da zor hani ayırt edemiyorsun yaptıklarını, sezdiklerini… Zor lafını da hiç sevmem ya, kaçışın temsili gelir bana. Ne kovalamak olmalı ne kaçmak, öyle bir hayat felsefesinde hüküm sürmeli ki vicdan rahat uyumalı vurup kafayı yatınca.

Bir de hayal kurmalı, her felsefenin gerekliliği. Üç parmaklı kurbağalarla oturup kahve içmeli çikolata bahçelerinde. Sucuk ağacı ormanında yaşayan büyük teyzeyi her hafta ziyaret etmeli. Hiç yorulmamalı beden, ruhun kurgusundan geride kalmamalı. Birikmeli bir hayalde, biriktirmeli hayalleri, ne de olsa birisine verilir bir gün gerçeklik geçerliliğin diploması.


Bir M harfi kadar zikzak doldurabilir yaşam bana. Sağa bakış atıp bir fizik problemine epsilon olma isteği yatabilir mesela M’de. Derin’e rağmen bir W olma riskini de göze alabilir M. W’ya tanınan dört günlük sabır zamanını doldurup sola da bakabilir. Solda bir mana katamayınca kendine, ayaklarını tekrar yere de basabilir. Bu atılımların hepsi dört köşe olmak için bir yoldur aslında M'ye .


Etrafında tüm dünya esnerken bırakabilirsin kendini yatağına. Uzaktasın dertlerden uzakta. Dışarıdaki kargaşanın dışındasın, yatağının içinde saklanmışsın. Hiç kimse seni göremez, bunu düşünerek tüm sorumluluklarından sıyrılıp yorgana sığınmak ve başını omuzlarının içine çekmek, işte huzur. Eğer dışarıdaki hizmetlerinde yarım bıraktığın bir imzan da yoksa yatağın da diken gibi batmaz. O an sadece seni çevreleyen duvarların sonsuz bir yeşil ovayı temsil ettiğini düşünebilirsin hani XP programının standart masaüstlerinden ‘manzara’daki gibi, deniz sevenler için ‘azur mavisi’ de diyebiliriz, fark etmez… Bir gün olur da cennetle mükâfatlandırılacak olursan, bunu “cennette isteyeceklerimin defteri”ne kaydedebiliriz. İşte böyle böyle yaşanır hayat…


Bir müziğin içinde kaybolmaktayım. Yorganın altına sığınmanın yetmediğinin sinyali belki de bu. Yüzlerce kez dinlediğim bir sonbahar şarkısının kafamda bir mp3 mekanizması oluşturmuş hissine kapıldım. Hayır, söyleyen ben değilim. Adrian söylüyor ben eşlik ediyorum, kimse duymamalı. Sonbaharı temsilen bir de yağmur yağsa, yağmur tanelerinin bazıları cama vurarak süzülüp pencere pervazında gözden kaybolsa… İşte böyle böyle fark ediyorum yaşadığımı.

Her şekilde M.

27 Eylül 2007 Perşembe

Tersten Zaman

Ruto ev ınıda elyös!

Orada olmaması gerekiyordu. Bir çizgi vardı yerde, muhtemelen işini bilmeyen bir ustanın beceriksiz elleri tarafından yanlışlıkla çizilmiş. Nasıl bir yerdi orası bilinmez. Oranın bir yer olduğu konusunda da şüphelerim var zaten. Bir zaman da olabilir elbet. İlginç olmaktan da öte, bir resim gibi sırıtıyordu nesneler. Sanırım bilincim dışında var olan bir oyundu bu. Böyle düşünmeye çalıştıkça ya da düşündükçe delirdiğimi hissettim. Halının yerde durması gerektiğini düşünen beynim, zemindeki lambayı görünce tüm aklımı alarak uçup gitti. İçinde su dönen bir raf ters durmuş, akıllıca (nesnelerin akıllıca olması çok ilginç biliyorum) bana bakıyordu. Raftaki kitapların nasıl ıslanmadığına değil de, ters dizilişlerine takmış olmamı hâlâ anlayamıyorum. Ben bunları düşünürken ses beni hatırlamış gibi yeniden tekrarladı:



***

"Ruto ev ınıda elyös!"



***

Garipsemedim. O an sesin ne dediğini anlayıp anlamadığımı hatırlamıyorum. Sessizce arkamda ters duran kadife koltuğa oturdum. Koltuğun rahatsız edici tarafında iki büklüm otururken çevreme bakındım. Düz bakışta renklerin tüm mesafeyi kat edip gözümün önüne geldiğini fark ettim. Ortada duran masa tartışmasız gördüğüm en büyük masaydı. Yeşile kaçan renginin maviye döndüğü aralıklarda; belli belirsiz çizgiler, yorulmuş noktalar ve sanırım kafayı yememe neden olan anlamsız harfler, bitmemiş ünlemler vardı. Garipsemedim derken yanılıyordum belki de. Ses’in beni unutup unutmadığını hatırlamıyorum. Kadife koltuğun sallandığını fark ettikten iki dakika üç saniye sonra ses’e cevap vermem gerektiğini anladım. Önceden dediğim gibi ses’i anlamıyordum, ama sanırım içime ben bilmeden bir şey yerleştirilmişti de, ben daha sesi anlamadan, kendiliğinden cevap veriyordu ona. O an ismimi bilmediğimi ya da unuttuğumu fark ettim. Hazır ol’a geçmiş bir asker gibi önümde gittikçe yamulan zeminin üzerinde dimdik ayağa kalktım. Gözlerim zemindeyken ayakkabılarımın ikisinin aynı olmadığını fark ettim. Ayrıntılar gittikçe yanılsamalarımda tersleşiyordu.



***

Adım aklıma gelmedi, bir yerde bırakmış olmalıydım adımı. “Gölge” dedim bildiğim harfleri birleştirerek. İçimden bir kez daha söyledim Gölge diye. Tekrarlayınca kelimeyi anlamsız bir isme dönüştü. İsmim ‘Gölge’ olmuştu, olabilirdi, fark eder miydi? Hiçbir isme ait olmamaktan daha iyiydi. Bundan daha iyi olan da sesin beni unutmasıydı. Bu sefer ortadaki masanın bir sandalyesine yerleşip masadaki kitapları izlemeye koyuldum. Kitaplar da anlamadığım bir dilde– ki böyle bir dil olduğuna hâlâ inanmam- yazılmıştı ve kapak olarak düşünülmüş sayfa hep sondaydı. Kitapların yanındaki defterler tersten basılmış, rengarenk kalemlerin kapakları açık olarak bırakılmış masanın üstünde duruyordu. Sanırım yanılmıyordum, tersten başlıyordum.




****

Orada durmaması gerekiyordu. Ses odadaki – belki oda denilemeyecek kadar geniş bir yerdi- yüksek bir dolabın üstünde oturmuş bana bakıyordu. Sesi nasıl gördüğümü düşünemeyecek kadar karışıktı kafam, ama hafızam sesin kararlı bir ifadeyle oturduğunu çok iyi anımsıyor. Sonrasında gözüm yavaş yavaş alışmaya çalıştığım odanın duvarlarına takıldı. Sayısız ayna ve tablonun kapladığı duvar, koyu bir maviye boyanmıştı. Aynada gözükmeyen görüntüme takılmadan tabloları izledim, tablolar biten bir resimden devam ediyor, her bir resim farklı bir yeri, farklı bir mevsimi, ancak aynı saniyeyi resmediyordu. Sonrasında resimler gittikçe büyüdü gözümde. Işık günün en keskin sarısıyla gözümü kamaştırdığında fark ettim. Yavaşça kendi etrafımda dönerek tüm tabloları keşfettiğimde, garip bir yanılsamayla göremediğim resim önümdeydi. Tekti ve burası her neyse bir oda ya da zaman, onun usta bir elden çıkmış resmiydi. Masanın yanında gözlerini kocaman açmış, kırmızı hırkasını tersten giymiş, ayakkabıları farklı, uzun saçlı biri duruyordu resimde. Duvardaki aynaya baktım, göz göze geldim suretimle, bendim. Resimdeki de, aynadaki de. Sehpadaki saatin tersten ilerlediğini fark ettim o anda. Elimi uzatıp saati düzelttim. Renkler düzeldi ve kayboldu resim. Uyandım.



27.09.2007 18:35:26

26 Eylül 2007 Çarşamba

ondört ayyüzü

satır aralarını okudum gün boyunca
her birini bir boşlukta yatırırcasına

siliyoruz umutlu ne var ne yok hayattan
halbuki bir umut ağır kanı hızlandıran

bir mana arayışı yaşam bilinmezlikte
maddelerin özünde yakınlarda bir yerde

mananın bedeni yok insanların umudu
hayat umutla manayı aradıkça dolu

23 Eylül 2007 Pazar

Korku Geçidi

geçitlerin ara sokakları siyah
ve tozlu bir bahar bu şehir
tek bir serseri avuç açmış duasında
bir dilenci harap ve kirli
bir çingene kirli saçlarında kırmızı


tünellerin arka adımları beyaz
ve korku sandıktan çıkar gibi taze
el değmemiş renginde çadır kuran
bir testi ses.
Ses yok.


Uykuların olmadık saatleri yeşil
Soluklarında bedenler kirli
Dilin ses,
Suskunluk kavgası bu.
Rengine sevdalı bir şehirsin sen istanbul.


Kaçışların eksik yolları mavi
Dünyanın kolunda zaman
Saatler dönmekte
Tekrarların suskunluğu zor
ve suskun bir şehir bu
Esrik adımlarında kaybolmuş
ve sokak kavgalarına yenik
bir renk
istanbul`un susuşları kırmızı.


23.09.2007 00:57:33

22 Eylül 2007 Cumartesi

Fantastik Kurgu Edebiyatına Dair


Çoğu insana yabancı olan, bir çoğuna çocukça gelen, geri kalan insanlara ise gözle görülenin ötesinde kapılar açan fantastik kurgu edebiyatının temellerinden başlamak lazım sanırım anlatmaya.
Fantastik kurgu kavramını bir millete ya da bir kültüre atfetmek tamamen yanlıştır, belki de dünyanın en eski edebi türü olan fantastik kurgu edebiyatı insanların söylediklerini yazmalarıyla birlikte edebi bir kavram olarak önümüze -daha doğurusu atalarımızın önüne- gelmiştir. Her kültürün kendi efsanelerine bakacak olursanız "fantastik" (hayal ürünü diyelim) öğeler taşıdıklarını görebilirsiniz. Her kültür tarihlerini gerek daha yüce göstermek uğruna, gerekse bazı şeyleri anlatmanın "masalsı" yollarla daha mümkün olduğunu anlamalarıyla birlikte bu türün öğelerini oluşturacak olan temel eserleri ortaya koymuşlardır.
Türklerin Orta Asya'da yaşadıkları hayatı, yaşam tarzlarını gözler önüne seren destanlar, kuzey mitleri, orta çağ hikayeleri, kızıl derili efsaneleri, japon ve çin tarihçeleri bir çok fantastik öğe taşımaktadır ve günümüz yazınının kaynaklarını oluşturmaktadırlar. Fakat bunlardan destanlar, söylenceler, efsaneler olarak söz edilir.
Tam anlamıyla Fantastik Kurgu edebiyatının masallardan, efsanelerden ayrıldığı noktada J.R.R Tolkien ve onun en büyük ve sarsıcı eseri Yüzüklerin Efendisi (The Lord of the Rings) vardır.
Tolkien bir dil dehasıdır (Tolkien zamanının en büyük dilbilimcilerindendir), kendi fantastik dünyasında kullanmak üzere diller üretmiştir ve dünya üzerinde kendi dil bilgisi kuralları aksaanları olan tam bir dil olarak kabul görmüş tek "uydurma" dillerdir oluşturdukları. Tolkien'in belki de bir efsane yazarı ya da masalcı olmamasında bu dil becerisi yatar. Oluşturduğu dillerle eserlerini bu dünyadan ayırmıştır.
Tolkien'in hikayeleri, kitapları zamanı için tam bir muammadır, edebiyatçılar onun tam olarak ne yaptığını anlayamamış, onu tüm saygınlığını ayaklar altına alıp masallar yazdığı için küçük görme noktasına gitmişlerdir. Bazıları ise yazdığı hikayeleri zamanın koşullarıyla harmanlayıp Tolkien'in mükemmel bir alegori eseri ortaya koyduğunu iddia etmişlerdir. İkisi de yanlıştır ve fantastik kurgu edebiyatının günümüzde dahi yanlış anlaşılmasının temelinde bu iki kutup yatar. Fantastik Kurgu edebiyatı ne masalcıların, hayalperestlerin saçmalıklarında ibarettir, ne de çok yetenekli yazarların fikirlerini gizlediği alegorik yapıtlardan.
Fantastik Kurgu eserleri farklı bir dünyadan bahseder temelde, bu dünyalarda yaşananları, karakterlerin hayatlarını yaptıklarını anlatırlar. Bir bakıma olmayan dünyaların tarihçeleridir Fantastik Kurgu eserleri. Bunun sonucu olarak bir ayna gibi bizi bize gösterirler. Gördüklerimiz bir aynadaki görüntüler kadar da gerçektir. Sorun da burada başlar, aynada kendimizi görürüz fakat gördüklerimiz sanaldır aslında.
Bu çelişki türün belasıdır, asla kendisini açıklayamaz, "gri"nin kabul görmediği günümüzde fantastik kurgu eserleri siyah ve beyazın kafasını karıştırır. Kafası karışan her şey gibi siyah ve beyaz da korkar, onlara göre ya fantastik kurgu edebiyatı kendisini açıklamalıdır ya da yok olmalıdır. Ama bilmedikleri bir gerçek vardır ki fantastik kurgu edebiyatı asla kendisini açıklama çabası içerisine girmemiştir. Onun için kavga edenlere, onu aşağılayanlara ya da gereksizce övenlere pis pis sırıtır. Basittir ve basit olan her şey gibi neşelidir, kimi zaman hüzünlü meyveleri olsa da.

Kovuktakilere selamlar.

21 Eylül 2007 Cuma

Yine

Günaydın gece, ne zamandır yoktum burada? Ben de bilmiyorum açıkçası.
Öyle, özel bir nedenle bir yerlere gitmiş falan da değildim. Sorunlarım da yoktu açıkçası. Sadece boşladım zamanı sanırım...
Aradan geçen bunca günden sonra aklıma birden bir şeyler yazmak geldi. Paldır küldür gelip sakin bir ortamı biraz telaşe etmek istedim. Aklıma hiç bir şey gelmeyen boş zamanlardan sonra hala aklıma bir şey gelmiyor ama yazma ihtiyacı hissetmeye başladım tekrar.
Sanırım bunun havalarla da ilgisi var. Islandığımda ya da üşüdüğümde kalemler ve saman kağıtları daha çekici geliyor.
Neyse neden ve nasıl yazdığım değil de ne yazdığım önemli sanırım. Tabii kurnaz biri olduğumdan neden ve nasıl yazdığım konusunda yazarak onları önemli kılıyorum. Aslında yazdığım herşeyde aynı mantığa sahibim, yazıyı okuyacakları yoracak oyunlar yaratmayı seviyorum. Ukala yazılar yazmayı da seviyorum, tabii okuyucunun bu ukalaca paragrafları anlayamayacağını düşünecek kadar da megolomanca yazıyorum. Ve tüm bunlardan keyif alıyorum. Umarım havalar böyle gider de ben de tüm bu yaptığım boş işlerden aldığım zevki katlayarak bir şeyler yazmaya devam edebilirim.

Hoşbuldum, siz de hoş geldiniz. Umarım bu yazının girdiği tersten okunan bir bölümümüz vardır.
İyi geceler gece, buradayım artık, ne zamandır olmadığımın bir önemi yok sanırım.

Prestupleniye i Nakazaniye (Suç Ve Ceza) ile Düşünmek...





Ve Pyotr Petrovitch der ki…
Mesela eskiden “Komşunu sev!” derlerdi. Bu ne demekti? Sen paltonu yırtıp yarısını komşuna vereceksin. İşte o zaman, sen de yarı çıplak kalacaksın, komşun da. Bir Rus atasözünün dediği gibi “Hiçbir şeye sahip olmak istemiyorsan, sahip olduklarını paylaş.” Bilim şimdi insanlara her şeyden önce kendisini sevmeyi öğretiyor. Kendini seveceksin. Kendi işlerini yılmadan yapacaksın ve paltonu da hiçbir zaman ikiye bölmeyeceksin. Ekonomik gerçek şunu da ekliyor: Toplumda özel teşebbüs ne kadar iyi organize edilirse, çoğunluğunun menfaati o kadar çok olur. Tabi tam paltoların sayısı çoğalır, ondan. Ha ha ha… Yani ben kendime servet temin ederken herkesin de servet temin etme imkânlarının fazlalaştırmış oluyorum. Böylece komşumun yeni bir palto sahibi olma şansı artıyor. Herhalde yeni bir palto, onun işine yarım bir paltodan daha fazla yarayacaktır. Liberalizm basittir, güzel bir fikirdir ama yıllardır bize ulaşamamıştır. Çünkü yolu idealizm ve semintalizm tarafından kesilmekte idi. Zaten onu anlayabilmek için ince bir zekâya ihtiyaç var…”
*

Nasıl okumalı onu, bilemedim. Ama okudum son cümlesini merak ederek. Kitabı okurken yazarı mı okuruz yoksa sadece kitabı mı okuruz? Okurken sıkıntı çektim. Hem kitabı henüz okumanın verdiği geç kalmışlığın sıkıntısı hem de neyi kimi okuduğumu bilememenin verdiği bir sıkıntı. Yazar yazarken acaba oyun oynayabilir miydi okurlarına, delice mi? Belki de yazarken pis pis sırıtır yazarlar. Her cümlelerin arkasında kendilerinden başka hiç kimsenin anlayamayacağı anlamalar gizlidir ve sevgili okuyucuları onu okurken düşünecekleri düz mantığı hatırlayıp güler belki, belki kahkahalara boğulur, bu da mı delice? Ya yazdığı kahramanlar, onun birleştirdiği kişilikler, onlara biçtiği roller; hepsi aslında onu yazan kişi değil mi? Bir sapkın karakteri yazarken yazar da bu sapkın düşünceleri düşünmüş olmuyor mu?



Ama o sadece yazıyor. Yazarlar hem özgür hem hayalperest olmalıdır.

Neden bilmiyorum, Suç ve Ceza’yı okurken düşündüm böylece belki delice. Ne Dosto’ya biçtiğim sorulardı ne de başka bir yazara. Öylesine düşündüm işte. Caddelerden insanlar geçip giderken, kardeşim ödevine yardım etmemi beklerken, sabırsız bir sürücü kornasına sürekli bir inatla basarken öylesine düşündüm. Birbirlerimizin düşüncelerini, her bir düşünce sahibinin kendi izni olmadan bilemeyeceğimiz düşüncelerimizi, düşündüm. Asıl hazine o sanki, o kadar gizli ve çok.



Düşüncede boğulmak budur, Raskolnikov’u düşünmek herhalde. İçinde sürekli konuşan bir adam dışarıda sessizce her şeyi yüz ifadesiyle anlatan, çevresindekilerden farklı bir adam. Git gide bir iç hesaplaşmaya sürüklenen bir yaşam. O iç hesaplaşmada yazarın içine sıkıştırdığı yaşama dair notlar. Bir tez… İnsanları ikiye ayırıp bir ideal uğruna yapılabilecekleri normal bir yaşantı içinde inanılmaz şeyler. İşte okuyucuyu sürükleyen nokta... En azından beni sürükledi.

“ Ve Raskolnikov der ki…
İnsanlar tabiat kanunları gereğince, umumiyetle iki sınıfa ayrılırlar: aşağı sınıf (alelade insanlar) dediğimiz insanlar ki, biricik ödevleri, kendileri gibi birtakım varlıkların çoğalmasına yarıyacak materyal vazifesi görmekten ibarettir. Bir de kendi çevrelerinde ‘yeni bir söz söylemek’ kabiliyet ve istidadını kendinde gören insanlar...” “Bu birinci grup insanlar daima bugünün; ikinci grup insanlarsa yarının efendileridir.”*

Raskolnikov ile insan kişiliğinin üç kuramı işlemeye başlıyor. Eric Fromm’a göre gerçek ruhsal varlık, id, Raskolnikovu suça itmiş; egoyla suçu işlemiş; kişiliğin ahlaki yönü olan süper egoyla da pişman olup teslim olmuştur.


“ Raskolnikov Sonia’nın kelimelerini hatırladı: Dört yol ağzına ulaş. İnsanların önünde eğil ve toğrağı öp. Çünkü ona karşı günah işledin. Sonra bütün dünyaya katil olduğunu ilan et.”*


* Suç ve Ceza'dan

18 Eylül 2007 Salı

Uyku Nehri

Bölünüyor uykularım en olmadık günlerde. Burada durduk yere karartıyoruz günleri. Eteğine takılıvermiş, kaçıp giden resimlerim. Uzattıkça bitiremediğimiz bir resim bu. Uzadıkça kayboluyor, önümdeki nehir. Nehirlerin yeşil olduğuna dem vurmayacağım şimdi, öyle yaşlıyız ki ve öyle korkak tüm sözcükler içimizde hapsedilmiş.

Bir çingene sanırım, tüm kıvrımlarımda beynimin dans ediyor umarsızca. Eline kim bilir vakitte düşmüş ismini bilmediği, bir çiçek var. Arkasından bağlanmamış saçları. Çingenelerin saçları hep açık ve dalgalı olur. Beynimin içinde dönüp duruyor bağırışlarıyla. Ve hep seslidir çingeneler sokak aralarında.

Çaresiz desenlerinde zeminin, bir çocuk elinde çantası, yer yer kaybolmuş adımlarıyla yavaşça vuruyor ayaklarını. Bir çocuk sallanıyor sanki kafamda, elinde çantası, gözlerini kocaman açmış. Hangi karanlığa dönüşsek sessiz şehirde, bir denk düşmemişlik yineleniyor dilimizde. Biz aynı dili konuşan, suskunlarız aslında.

D ö r t diyorum zaman aralıklarına sıkışmış halimle. Dört zaman daha bekle beni, dakika değil, zaman. Ben beklenilmekten de öte, korkuyorum. Beynimin tüm köşelerinde bir oyun oynuyor düşüncelerim. Bazen oluyor da, kafamı duvara vurmak, parçalamak, kendi ellerimle gömmek istiyorum. Ne yaman çelişki! Hangi çelişki içimizi örmüşse öyle aldırmadan oturuyoruz bulduğumuz boşluğa.

Aynı çizgide kalmıştık oysa. Tüm karmaşasıyla bir kavgaydı kendimle yaptığım. İçinde bir yaşlı var vücudumun. Kimi zaman öğüde meraklı, kimi zaman geçmişte yaşayan… Bugüne dert dileyen bir ses var içimde. Ne kıskanç, ne dertli, ne mutlu. Hasta, sadece hasta bir ruh.

Kekremsi bir hava uçuruyor sokakları ardımdan. Sokaklar uçmaz diyor gerçek en aldırmaz sesiyle. Gerçek hiç aldırmadı ki bana. Bazen bir yemek arasında boğuluveriyor soluklarım. Biz gitmenin bile cesaret isteyen sınırlarında uyuyakalmışız. Elim kesik, dördün içinde bir kapı arıyorum istemsiz. Kapı yok, tokmak yok. Bölünüyor uykularım en olmadık yerlerde, bazen bir sesin içimde bittiği gecelerde.

17 Eylül 2007 Pazartesi

Hidrojenini Kaybeden Yıldızlar, Kar Taneleri ve Gizemi

Hava kararmaya başladı. Yine yıldızlar çıkacak, yine sayılacaklardı birer, ikişer ikişer.Kaydıklarında ise dilek tutacaktı içinden ama olmadı.Havanın birden kararması onu şaşkınlığa uğrattı.Oysa o gökteki en küçük yıldızdı.Onun adı da Gizem’di.O koca koca yıldızların arasından kendini zor buluyordu.Ama havanın birden kararması işine gelmemiş değildi.Çünkü kendini daha net seçebiliyordu.Gizem düşündü, keşke hep karanlık olsa da, kendi yıldızımı görebilsem.O yıldız öyle bir yıldızdı ki Gizem onun ışığı altında aydınlanıyor.Onun altında büyüyor ve olgunlaşıyordu da.

Gizem belki de bir tohum tanesiydi, yerde bitmek üzere olan.Küçüktü, evrendeki küçük şeylerdendi.Çünkü küçüklük ona mahsustu.O küçüktü; ama sadece düşüncelerinin boyutu büyüktü, aynı zamanda da sınırsızca düşünüyordu.Düşündükçe keşfediyordu evreni ve hayatı.Düşünmekle kalmayıp araştırıyordu da.Önce sınıflara ayırdı evreni.Yıldız olup gökte duracaktı, sonra da kar taneleriyle buluşup, dünyaya ulaşacak, toprağa düşmesiyle yerdeki tohuma can suyu olacaktı.Farkına vardı ki yıldızların da hayatı varmış.Onlarda yaşar, onlar da ölürmüş.Özellikle içindeki hidrojen gazları helyuma dönüştüğünde başlarlarmış ölmeye.Ama en ilginci de, onları öldüren he gazı aynı zamanda onlar için birer yaşam ve parlaklık kaynağıymış.Gizem yine sorgulamaya başladı.Peki, neden kutup yıldızı en parlak yıldız olmasına rağmen ölmüyordu?Neydi kutup yıldızının ‘gizem’i.Okuyordu Gizem,okudukça düşünüyordu.Düşündükçe yıldızları kalbinde hissediyor ve küçücük parlaklıkla yazıyordu içinden gelenleri.Yıldızdı, küçüktü, dünyaya başka alemden bakıyordu.Bir gün o da karışacak mıydı dünyaya?Ama baksana yıldızlar da insanlar gibiymiş.Yoksa hep yaşamalı mıydı göklerde.İnsanlara bakarak, yıldızlarda yaşayarak, olur muydu böyle bir hayat.

Hava çok karanlıktı.Birden bir ışık parladı dünyadan.Bir film ışığıymış meğerse parlayan.Gizem izlemeye karar verdi filmi.Oturdu dünyanın karşısına, kendine taktığı alıcıyla işe koyuldu.İzlediği film, kısa bir filmdi.Zaten hayat da kısa değil miydi?


Kar taneleri başladı.Ah, ne de güzel. İşte Gizem kar tanelerine tutunup inecekti yeryüzüne ve o tohuma hayat verecekti.Ve film başladı.Gizem ve tüm evren aniden sustu.Çünkü filmde küçük bir kız vardı ve uykusundan uyanıyordu.Filmde gün aydınlanıyordu.Gizem’in de hayatı da öyle.Küçük kız uyandı ve babasının holdingine gitti.Bir şeyler planlıyordu.O da küçüktü Gizem gibi ama planları büyüktü, hem de çok büyük.Babasının holdingleri ise gecekondu mahallesinin karşısındaydı.Küçük kız, ailesini alıp yardım etmeye gidiyordu onlara.Sırtındaki mantosunu bile vermişti oradaki çocuğa.Dünya bu kadar garip, bu kadar çelişkilerle mi doluydu diye düşündü Gizem.Ama çelişkilerde birer gerçekti.Ve ertesi gün olmuştu.Ne diyordu Ömer Hayyam:

Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden,
Her şafak bir hırsız gibidir,
Elinde bir fenerle gelen.

O gün de elinde bir fenerle gelmişti.Film devam ediyordu küçük kızın ‘uyanışı’ ile.Kalktı, bahçeye doğru yürüdü ve ‘merhaba’ diye haykırdı.Haykırmasıyla da film orada sona erdi.Bu film böyle bitmemeliydi diye söylendi Gizem.Bu kadar erken bir bitiş olamazdı diye.Daha her şeye yeni başladı küçük kız.Eee, ne yapalım adı üstünde kısa film işte sesleri yükseldi birden kulağına ve bir laf çıktı ağzından Gizem’in.Kar aynı kardır, fakat farklı yerlerde farklı tablolar çizmiştir.Yorumlamaya başladı Gizem, daha ayak basmadığı dünyadaki kar tanelerini.Zenginin semtine de uğramıştır kar, fakirinkine de.Fakir de sefaleti, çileyi çizmiştir tablosuna oysa zengin de mutluluğu ve lükslüğü çizmiştir.Zengindeki mutluluk da bulaşmıştır fakirinkine.İşte bunları düşündükçe kar tanelerine tutunası geliyordu Gizem’in.Çünkü kar taneleri de insanlar gibidir.İnsanoğlunun nasıl görünüşü, ses tonu, kişiliği farklı farklıysa ve bu da farklı bir yaşam stili doğuruyorsa; kar tanelerinin de geometrik yapıları tamamen birbirinden farklıdır, tıpkı insanlar gibi.Küçük kız ‘merhaba’ demişti ya.İşte Gizem keşfetmişti o yedi harfi sözcükte iyiliğin gücünü, keşfetmişti kar tanelerinin sırlarını,keşfetmişti…

Kar taneleri çözüldükçe, çözülüyordu yaşamın sırları;çözüldükçe can suyu oluyordu o tohuma ve kar hala aynı şiddette yağıyordu Gizem’in dünyasına.Tutunmalıydı onlara, can suyu olmalıydı tohuma.Tohum da dev gibi bir çınar olmalıydı toprağında.

Yavaş yavaş aydınlanıyordu hava.O hava Gizem’in düşüncelerini de aydınlatıyordu.Neydi yaşadığı bu evrenin ‘gizem’i sordu kendine.İki seçenek sundu evren:

“Ya dedi, insandan yola çıkarak beni keşfedeceksin;
ya da benden yola çıkıp, insanı keşfedeceksin.”

Keşfetmişti Gizem hayatı, evreni, keşfetmişti yıldızları ve kar tanelerini.Bir nesne bir insandı ona göre, ama insan yine insan.Çünkü ne diyordu Mevlâna:

“Can konağını armadaysan, cansın;
Bir lokma ekmek arıyorsan, ekmeksin.
Şu nükteyi biliyorsan,
İşi biliyorsun demektir;
Neyi arıyorsan osun SEN.”

Neyi arıyordum ki ben diye sordu Gizem.Evreni arıyordum, evrende de kendi gizemimi.

Hava birden aydınlamaya başladı.Düştü yıldızın ucundan Gizem aydınlığa.O aydınlıkta kavuştu kar tanelerine ve toprağa ulaştı.Can verdi, hayat oldu o tohuma.Ve bir bilge yanaştı o tohumun yanına.Kendi kendine konuşuyordu toprağa bakıp.Ne diyordu biliyor musun:

“Bilge, yüce varlığın seyrine dalar.
Gafil ise, onda dostluk düşmanlık arar.
Deniz, deniz olduğu için dalgalanır.
Çöpe sor, hep onun içindir dalgalar.”
Ömer Hayyam

Gizem Kurular

16 Eylül 2007 Pazar

Okyanusa Uzanan Boşluk


Aslında onunla tanışmam daha önce bir zamana rastlar. Her şeyin farkında olmama rağmen hiçbir şeyin farkına varmıyormuş gibi yaşıyordum. O gün hangi sinirle çıktıysam evden, merdivende çözülen bağcıklarıma takılıp düşmüş, sonra kimbilir hangi düşüş açısı beni betona ittiyse, dizimde bir çizik belirmişti. Günler ne kadar aksiydi. Önümde buz kesmiş bir soğuk değil, günlerce içimizi mahveden, suratımda kırmızı izler bırakan bir sıcak vardı. Sarıyı sevmediğimi fark etmem, alerjim yüzünden güneşe bakamadığım günlere rastlar.

Uykuya yenik düşmüş vücudumu hareketlendirmek için çantamdaki müzik çaları her zamanki dinlediğim bölüme getirip hızlıca yürümeye başladım köprünün üzerinde. Bu köprü, ister hüzünlü, ister sinirli olayım her zaman komik gelmiştir bana. Üzerinden geçerken tüm sinirim dağılır, yüz kaslarım gerilir, gülmemek için zor tutarım kendimi. Biraz da çocuk kahkahalarıma gelir sanırım nedenleri. O gün yine köprünün kırık taşlarında ilerlerken, her zamanki dinlediğim şarkılardan biri yerine başka bir şarkı duydum kulaklarımda. Zaten ters giden bir günde tekrarlarım bozulunca iyice sinirlerim gerilmişti ki, bir nota tüm dengemi alt üst etti. Olmayan dengem, bir ipte kaybolan cambaz gibi gitti ve geri geldi.

Onunla ilk tanıştığımda üzerine bir şarkı yazmışlardı. Şarkı ağır bir koku gibi üzerimde birikmiş, taşımakta güçlük çektiğim bir basıncın altında büzülmüştüm sanki. Onu ilk tanıdığımda bir notada burkulmuştu resmi. Evet, sesi yoktu, kelimeleri vardı. Biri beni şaşırtmak yahut dengelerimi bozmak için koymuştu o şarkıyı oraya. Önümdeki yer, nerede olduğunu fark edemeyip üzerime çıkmak istiyordu ya da beni alttan alta eziyordu. Köprünün altındaki araçlar gözümün önümde döndükçe bir şeyler duruyordu. Şarkı, sözleriyle susuyordu sanki. Ağır bir sessizlik gibi yayılıyordu kulaklarımda sesi. Ben zamandır geçer günler, böyle duymamıştım içimdekini.

Bir bahar sabahı değildi kuşkusuz, yaza dayanmış bir renk cümbüşüydü o gün. Yetişmek zorunda olduğum yeri unutmuştum, her neresiyse orası artık, zaten zamanı kaybetmiştim. Onu ilk tanıdığımda üzerine bir şarkı yazmışlardı. O uzaktaydı. Kolumdaki çantada sallanan müzik çalardaki notalar o an bilinmez bir ana sürüklüyordu beni. Yer ayaklarımın altında sallanıyordu da, ben durmuştum sadece. O anda ne oldu da bilmiyorum, o şarkı tüm vücudumu sardı. Uzaktan bir esintiyle ağırlaşan, sonra yavaşça notalara bölünen, sonsuzluktan boşluğa uzanan garip bir şarkıydı. Evet, garipti, orada bir yerde zamanı durdurmuştu sanki.

Küçük bir balık olmaya ne zaman karar verdim hatırlamıyorum ancak o anda, onun okyanus kadar uzakta olduğunu düşündüğümü cok iyi hatırlıyorum. O burada değildi, bizim yanımızda, ancak bizden senelerce uzaktaydı. Buradayken bile yoktu aslında. Gerçek adını bile sonradan ögrenecektim zaten. Syd degildi adı, Roger Barrett`ti. Elinde paleti, bizden cok uzaktaki dünyasını çizen, hayallerinde kelime sektiren efsane bir insandı. Efsane sözcüğünü nasıl buldu bu insanoğlu bilinmez, ama Syd sahiden efsane kelimesine yakışacak ender kişilerdendi.

Pink Floyd denilince mazisine az biraz karışmış olan Syd gelirdi insanların aklına. Belki yoktu uzun zamandır, belki bilinmezdi, ancak Pink Floyd'un gerçek rengi oydu. Georgiali Pink Anderson ve Floyd Council'in isimlerini birleştirip grubu kuran da Syd`in kendisiydi. Pink Floyd aslında küçük bestelerde birleşmiş bir Syd`tir. Ancak sonrasında Syd`in biraz uçlarda yaşaması, LSD`ye olan bağımlılığı gibi nedenler gruptan ayrılmasına sebep olur. Syd hiç burada olmamıştır zaten ve bestelerinde kaybolan sözleriyle kendi içine çekilir. Ardından 1970`lerde başladığı solo çalışmalarının devamı gelmez, kurduğu yeni grup Stars'ı da Syd kendisi dağıtır. Anlamsız dünyaya anlam veremeyeceğini düşündüğünden midir nedir kendi içine çekilir, bilmem kaçıncı kez.

Sonrasında Pink Floyd, onu ilk tanıdığım gün, dinlediğim şarkı olan Wish You Were Here`i ve Shine On You Crazy Diamond'u -ki cok sevdiğim diğer bir şarkısıdır Pink Floyd'un- Syd Barrett için besteler. Şimdi uykuda kalmış bir zamana denk gelen günlerimde olsun, uzakta bir trende olsun, denizin kıyısında olsun dinlediğim ender şarkılardandır, wish you were here.

Ne zamandı hatırlamıyorum ama bir gün bir dergide gördüm fotoğrafını, öylece kollarını birleştirmiş duruyordu. Ben durmak ve sessizlik kavramlarını daha çok o fotograftan ögrendiğimi düşünürüm hâlâ. Gözleri yakın bir yere bakıyordu, ama daha çok uzaktaydı. Ulaşılmazdı. Muhtemelen o zamanın modası bir gomleğe sarılmış bedeni, siyah beyaz bir fotoğrafta, okyanusun dibinde boğulmuş değil de kurtulmuş siyah bir balığı andırıyordu. Onu siyah, özgür bir balığa benzettim zaten hep. Saçlarında dağılmış bir zaman, ifadesinde bilinmedik bir hüzün, oldum olası uçlarda yaşayanları sevmeme neden olan rengi... Aslında onun koskoca bir okyanusta küçük bir boşluğu vardı, evet küçük bir boşluk. 7 Temmuz 2006 günü öldüğünde anlamsızca haberleri karıştırıp Pink Floyd'un Shine On You Crazy'in kayıtlarında, Syd'in studyoya gelip grup üyelerini hüzne boğan halini okuyup üzüldüğüm an dün gibi aklımda. Aslında o okyanustaki küçük boşluğunda asılı kalmıştı, elinde boya kalemleri, kafasında hayalleri, sözcükleri... Öldüğünde düşündüğüm; zaten onun uzun zamandır buralarda olmadığıydı. Ölüme yakın gitmek diye adlandırdım gidişini onun. O fotoğraftaki gibi hep uzakta ve buradan değildi o. Garip bir rengi vardi, ucundaydı zamanın. Aynı siyah beyazda kaybolmuş ve aynı şarkıyı söylüyordu sesim, uçtaydı o ve en cok uçları severim ben.

16.09.2007 00:19:46

8 Eylül 2007 Cumartesi

Bulutlar Ölmez ki...


Bulutlar ölmez ki….

Saklandığında yağmurlar karanlık şehrin kavgalı duvarlarına, bir renktir çözülür pencerelerde. Bir sestir, durur çizgide. Bir kelimedir ki, cümlelere denk düşmez kalemlerde. Uyur masaldaki gibi, hayaller rengine kavuşmadan önce. Kaçırdığında bulutlar, yağmur damlalarını, bir mavidir gizler geceyi. Gündüz, kristalden bir kadeh gibi yakar gözümüzü. Güneş yoktur ki, sarının olmadığı gibi. Çarpıtılmış cümlelerle açarız kapıları, korkak değiliz, yağmur korkak. Bulut korkak.

Kaybettiğinde yıldızlarını, göğün altına yuvarlanıverir hecelerim. Hece dediğin de öyle üç boyutlu bir hikayeden kalma, bir sessizlik sadece. Korkup kaçar bir balık, yok şiir falan, öyle otur oturduğun yerde derim balığa. Sarıldığında mavi örtüsüne küçük kara balık, kalemin ucunu açmadan, yazarım noktasız harflerimle, balık, küçük balık. Tüm uykularım zedelenmiştir oysa benim.

Bölüştüğümüzde kalemleri, boşluktan resim yapmak için, bir kırmızı kalır. Kelebek gibi. Dingin ve usulca kaçar ellerimizin arasında. Bir sayı kalır, henüz sayılmadık. Rakamlarla oynadıkça büyür seslerimiz. Oysa sesler kısık ve yorgundur gecelerde. Rengimiz buluta dönüşür, bulut bize. Bir bulut yol alır semada. Bize yolculuk düşer.

Başladığında gidişler ayrımsız sokaklarda, yetişir siyahlar akşamlara. Uykusuzluk kalır ardından, boşalmış otobüs köşelerinde; sessizlik kalır, unutulmuş istasyonlarda. Bir mavidir, izler üzerinde, bir siyah balıktır ulaşır nehirlere. Sesinde ben, mavide bulut kalır.

Bulutlar ölmez ki hiç. Yaşlandıkça bitebilir mi sanki dünya. Bir kelebek ki, dalar kırmızıya unutur rengini. Uçtuğunda kafası karışmış bir harf, öylece yazıverir kırık bir kalem, çatısına takılan rüzgarın ardından. Sonra bulut olur mavi. Ve sadece uçaklar uçar semâda. Bulutlar gitmez ki hiç, bir nehrin üzerinde uyuyakalırlar tembelliklerine...

Susma Nakaratları

Gitmesi uzak, gelmesi yakın.
Sesinde buruşuk bir renk
Saçaklarında kaybolmuş pencerenin
Avuçlarında iz,
Bulutlarda ellerin
Korkaksın sen,
Korkuyorum ben.
Susmalıyız.

gelmesi dert, gitmesi zaman.
Ayrılan bir coğrafyanın
Boşluğunda susmalarımız.
Bitmeliyiz.
Bitirmeliyiz.

Gelmesi yol, gitmesi konuşmak.
Hep kırmızı ve yorgun trenler
Adımların sert,
Arkanda bir kapı…
Susmalısın.
Benden geri nefeslerin
Yaklaştırma seslerini
Korkaksın sen,
Korkuyorum ben.
Susmalıyız.

7 Eylül 2007 Cuma

nehir atlas

sedef, sen en çok da annesin
fır fır yakalı ve erişkin bir gök
alıştığım o eflatun yağmuruyla
kelebek bulutlarından kopup
beşik tüllerine bölünürken

sedef, doğumuz ucuz takvimler
batımız upuzun ağustoslar falan
düşüp zeliha yıldızlarına takılan
bak pusulamız nasıl da üçkağıtçı

sedef gitme dur kaybetme beni
hani daha dün şurada bir yerde
küçücük siyah değil mi bedenim

sedef dur, anneler bırakır mı
kuyu diplerine hiç yavrularını

sedef, sen en çok da annesin

1 Eylül 2007 Cumartesi

Eylülde Başlangıç

"Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey."

Öncesiydi. Kanı kurumamış vücutların toprağa gömülmeden gittiklerinden sonrasıydı. İnsandık. Korku tüm rengimizi bulamış, ayaklarımız nasırlardan sertleşmişti. Ülkeler amaçsız değildi, akılsız hiç değil. Güçlüydük. İnsandık. Sözler değildi savaşan. Korkuyorduk. Korku kimi zaman yatakta, kimi zaman toprakta yakalıyordu bizi. Bitmiştik. Kazanmalıydık. Birer birer ölüyorduk. En zoru da ölmemekti. Görüp de bilmemek gibi zordu.

Bundan yıllar önceydi. Belki de bu ana tanık olmuş insanların torunlarının torunları bile yoktu artık. Orada bir sınırın üzerinde durmuş, baruttan oyuncak yapıyordu, insanoğlu. Uzaklara gitmeden hemen yanı başımızda dünya yıkılıyordu. Dünya neydi ki, bugün kafama takılmış tüm soruları cevapsız bırakan dünya. Yalnızdık. Oysa mermileri bilmeyecek kadar küçüktük biz. Misket oynamayı bilmezdik. Misket yoktu. Korku vardı. Oyunlar yoktu, savaş vardı. Şimdi durduk yere bir mayının üzerinde koşuyordu çocuk. Çocuk yoktu. Tabut vardı. İnsan yoktu. Ölmek vardı.

Çok geç değildi. Konuşmalıydık. Susuyorduk. Susmak en kötü savaşların ağır bedeliydi. Kimimiz artık konuşmayacaktı, kimimizin dilini yutmuştu. Savaş vardı. İnsan kendi kanını döküyordu, tek vuruşta. Gelişiyorduk, büyüyorduk, buluyorduk. Amaçsızca korkuyorduk geceleri. Gece olmamalıydı. Uyku yoktu. Yaşlanmıştık küçük bedenlerimizle. Suratlarımız donuk, tebessümlerimiz eksikti. Savaşta çocuk yoktu. Herkes bir on yaş büyürdü, küçük gözleriyle. Tabanca taşırdı, eskimiş çantasının içinde defter kalem yerine. Büyük olurdu gözleri savaş çocuklarının. Hep uzağa bakarlardı. Uzaklar güzeldi belki de.

Sevmeye yeltenmiş olmak bile suçtu dünyada. Biz düşmandık, insanlar... Düşman dediğin öyle, basitçe altı harf değildi aslında. Düşmandı. Her gece tepelerin ardında, sen sırtını dayadığında yatağa, kapının başında bekleyen. Eli tetikte bir nefesti. Korkulu ve acımasız. Düşmandı insan. Dünya insandı. İnsan kendi ırkını tek bir solukta öldürüyordu.

Uzak değildi bombaların sesinde büyümüş çocukların sesi. İçlerinde hiç konuşmayacak kelimelerin türküsü yakındı söylediklerime. Gözler büyüyordu. Acımıyordu savaş. Acımıyordu köküne. Oldukça başlangıçlar bitişlere yakın, mezarlar çoğalıyordu şehirlerde. Şehirler ölüme yakın. Korku bitmek bilmez bir alışkanlığıyla oturuyordu vücutlara. Aynada gördüğümüz suratı vuruyorduk. İnsandık biz, insan olmayan.

Öncesiydi. Sonrasıydı. Şimdiydi. Sokakların arkasında `barış` sözlerimize sığınırdık biz. Savaş vardı. Bitmiyordu. Büyüyorduk biz. Büyüyordu isimlerimiz. Haritadan seçilen ülkeye yığılıyordu kurşunlar. Ölüyorduk, öldürüyorduk. Ölmek değildi kötü olan. Hepimiz ölecektik elbet. İnsandık ama. İnsan bir insanı öldürebilir mi? Susuyorduk. Konuşmalıydık. Gözlerimiz hep aynı noktada takılıp kalıyordu. Aynı türkü yine barıştan söz ediyordu. Kalemi kırılmış bir yazar da, durmak bilmeden “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey.” diyordu. İnanıyorduk. İnanmak zordu aslında. Sevmek kolaydı. Oturup karanlığına gecenin susuyorduk. Bugün 1 eylül, tüm 1 eylüllerin kutlu olsun savaş.

*"Dünyayı güzellik kurtaracak." dizesi: Dostoyevski'ye aittir.
**"Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey." diye devam eder Sait Faik bir hikayesinde.

Dünya Barış Günü...


1 Eylül 1939’da Hitler rejiminin Polonya’ya saldırmasıyla, insanlık tarihinin en yıkıcı savaşı olan İkinci Dünya Savaşı başladı. Yaklaşık altı yıl süren savaş 52 milyonu aşkın insanın ölümüne neden oldu. Savaşın bilançosu sadece bununla da sınırlı değildi. Bu korkunç kıyım, arkasında yüz milyonlarca yaralı ve sakat, harabeye dönmüş şehirler, kasabalar, köyler ve mahvolmuş hayatlar bırakarak 1945 Mayıs’ında sona erdi. Savaş sonrası yaşanan yıkım, yokluk ve trajedileri değerlendiren dünya barışseverleri aynı acıları bir daha yaşamamak için güçlerini birleştirmeye ve yaşananları anımsayarak geleceğe barış ve huzur içerisinde varabilmek için mücadele etmeye karar verdi. 1950 yılında Dünya Barış Konseyi’nin aldığı kararla 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi.
***
Üç barış vardır: Birinci barış, en önemli barıştır. İnsan ruhundadır o. İnsan, kainatla ve kainatın bütün güçleri ile olan ilişkisini, beraberliğini farkettiğinde, kainatın merkezinde Büyük Ruh'un durduğunu ve bu merkezin her yerde, her birimizin içinde olduğunu farkettiğinde birinci barış sağlanmıştır. Bu gerçek barıştır, diğerleri sadece bunun akisleridir. İkinci barış iki fert arasında olan barıştır. Üçüncü barış ise iki millet arasında yapılır. Fakat hepsinden önce, anlamalısınız ki 'gerçek barış' dediğim birinci barış, insanın ruhundaki barış yoksa ne fertler ne de milletler arasında barış olabilir. "
-
Kızılderili atasözü

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!