23 Haziran 2007 Cumartesi

Uçurtma Zamanı

kovaladı
martılar gecenin ışıklarını...
unuttular yıldızın kuyruğunda adlarını
oysa sıkıca bağlamıştım ben
kanadına uçurtmanın
unutulmuş renklerini martıların...

22 Haziran 2007

15 Haziran 2007 Cuma

Nefes

Bir nefes yaşam daha üfle bedenime

Lodosun kıyıya çarptığı dalgalar gibi

Köpük köpük, bembeyaz

Bir nefes yaşam daha üfle bedenime

Bana seni sevebilecek, sana tapabilecek

Bir neden ver yeniden.

Bir nefes yaşam daha üfle bedenime

Cennet sana kalsın,

Ben bu izbelikte mutsuz da olsam mutluyum.

Bir nefes yaşam daha üfle ki

Âşık olabileyim tekrar,

Yavaş aksın zaman

Yalnız tüketmeyeyim nefesimi

Karanlıkta

Sen korkmamı istediğin için korktum karanlıktan

Ve tükenmekten korkuyorum yalnız başıma

Bu yaşamda bana layık görülenden

Yeni bir nefeste yeni bir yaşam bulabilirim

Bir nefes yaşam daha üfle bedenime.

Gözlerim ikinci kez kapanırken dünyaya

Ağzımda adın olması için

Bana bir sebep ver

Bir kerecik.

14 Haziran 2007 Perşembe

Eksik Hece

unuttuk sesleri,
bilinmedik köşelerde
ardından sessizce
kurduk cümleleri
eksik hecelerle...

13 Haziran 2007 Çarşamba

Kapatın Işıkları

kapattım ışıklarını günün,
unuttu pencere gelen rüzgarı,
bir garip mavi sızdı içeri, baharın esintisinde.

bitirdi yalnızlıkları şair unutulmuş şiirlerinde,
elini son kez dayadı bıraktiği kadehe,
saçlarında unutmuştu o geçtiği her şeyi.
bir şarkı söyledi `kimse` için,
eşlik etti gece sesliliğine.
bıraktı, zaten yarım kalmış her seyi.

ağır ağır yürüdü ayakları dünyanın,
gözlerini kapatıp sessizce
başka bir dünya düşledi şair, buralardan çok uzakta...
uyku baştırdıkça geceyi
inat etti yalnızlığa...
baktı, son kez yıldızlarda kaybolmuş geceye
ölüme sarıldı ardından,
kapandı ışıkları bütün hayatın.

13 haziran 12.38

8 Haziran 2007 Cuma

Yenilemeyin Pillerini Saatlerin


“Elindeyse zamana dur geçme diye dayat,
Bir sigara içmekten daha kısa bu hayat.”
Necip Fazıl Kısakürek
Masa saatime, kol saatime ve hayallerime...

Sıkıcı bir günün kucağındayım
mıncıklıyor ruhumu saatin kırık kolları zamansızca,
parça parça koparıp etlerimi
besliyor kötü ruhlu günleri acımasızca.

Gözyaşı havuzunda boğulmakta
insan bedeninin en duyarsız köşeleri,
gönüller...

Dipsiz bir kuyuda sessiz sesi duyuyor
kör kulaklar,
karanlık bir mekanda tanık oluyorlar bu vahşete
sağır gözler.


Hayaller fire veriyor noktalarını
ve sonsuzluğa yelkenler fora!
nerede verilen kararlar?
kararsızca yok oldular.
kayıp şimdi umutlarım
arayıp sordum, bulan var mı?

Fırının sıcak alevi, öldürüyor beyaz hamuru.
dondu su, buzlar merhaba!
güneş ile ay el ele battı,
gündüzle gecenin olmadığı günaşırı bir yerdeyim;
Anka Kuşu’nun kanadında,
belki de Kaf Dağı’nın ardında,
bak şu kervan Mehlika Sultan’ın,
bu inciler Kırk Haramiler’in mağarasından,
ya nerede çikolatadan ev?
yolculuk uzun, erzak gerek.

Bırakmaz zannetmiştim beni Dolmabahçe Saat Kulesi,
Bing Bang’den sonra dünyayla bir kader yoldaşıydık ne de olsa
papatya falları doğru söylemiyor, anladım
koparılan yaprakların bir öcüydü belki de, ayrılık.

Hatırlamak mı kolay unutmak mı?
aman akıl defterim tozlanma.
zaman nasıl geçiyor anlamıyorsun
o kadar dedim, pillerini yenilemeyin saatlerin
varsın dursunlar en güzel anlarda.

Hala atıyor göbeği dünya umursamazca,
dönüyor bir balerin gibi,
salsayla çaçayı da öğrenince yapacakmış
anladım, sadece ben yuttum üzüntü çekirdeğini.

İlk çığlığımda kopmasa bari kıyamet,
atacağım çok çığlık var bana destek gerek.

Kafiyeyle ölçüyle hiç işim olmaz,
kan basıncımın ateşi düşse yeter.
beni kurtaracak olan, bu saatler!
haydi, acıyın halime!

Sımsıkı kavramış bileğimi,
tüm hayatıma bir kırbaç gibi iniyor saniyeleri.
aklım mı önde zaman mı?
yönlendireni bulmak lazım.


Düşman oldum tüm saatlere,
ne geçiyor ellerine,
kırışıklık yapmaktan başka yüzlere?
un gibi yağıyor saçlara,
ve darmadağın ettikten sonra mutlu tabloları,
hangi yüzle dönüyor üç yüz altmış derece?
Bedduam: kırılsın tüm saat dişlileri!
dişli dişliler kalın dişsiz!
ısırıyorlar fotoğrafların tarihleriyle başrollerini
ve bunaklık ıslık çalıyor odalarda.
kapayın kulakları!
unutmak ve unutulmak bize yakışmaz,
zordur sevmek ve değer vermek,
seçmek ve seçilmek ister!

Tüm eller havadayken birlikte söylenen bir şarkı açar belki ruhumu,
koparıp alır reaktiflik ağına yapışan benliğimi.
yoksa umut yiyici bir örümcek gelip koparacak beynimi
ve kalmayacak hayallerimin güveni.
silgi tozunun altında buluyorum avuntularımı,
bırakın da bari, kendi kendine sevinsin şu kızcağız(!)
yalancı kalem hani ­-- tükenmez-- diniz.
bu nasıl adalet? üzüntünün yanında nerede eşantiyonunuz sevinç?


Yarım bırakılmış bir elmanın kurdu ağlamaklı,
kızıyor “madem bitirmeyecektin neden başladın?”
buzdolabı belki açar kapağını şefkatle elmaya,
ve çürümez sinek kanatlarının kalleş rüzgarında!

.....................
.....................
.....................
.....................

İmza mı istiyorsun ey üzüntüye avuntu birkaç cümle parçası?
haydi iyisin, buldun yine yufka yürekli şu garibi(!)
istediğin imza olsun, zor olan benimki,
kim kuracak şimdi saatimi geri???

Not: Tabii ki bu da bir şiir değil!

7 Haziran 2007 Perşembe

Saçmalıklarını Biriktirmişler Doğru Diye Yaşıyorlar!

Masumiyet yüz ifadesinde mi sanıyorsunuz?
Aslında inandığınızın tam tersi,
Ne hissediyorsanız saklayın!
İnanmadığını zannediyorsunuz hâlbuki inanıyor.
Nefret ediyor biliyorsunuz hâlbuki seviyor.
Madem yaşıyor,
Neden mi gülümsemiyor?

Sebep: sizsiniz!
Sebep: sizin et yeme arzunuz!
Sebep: çoğunluk demek doğruluk demek lakırdısı!

Ama
Belki de sebep,
Onun insanları fazla takması.

5 Haziran 2007 Salı

Tekrar Merhaba

Bugün 5 haziran olması sebebiyle bir ayımız dolmuş bulunuyor sitemizin -aslında blogumuzun-, pek sevgili bizi izleyip yorumlarını esirgemeyen guzel insanlar.

İleride daha güzel bir site açmak aklımızdayken biz söyle bir şey belirtelim. Sitenin kayıtlı kullanıcısı olunamıyor bu blog sisteminde ya da olunuyor biz bilmiyoruz. Bu bakımdan yazar arkadaşlarımız yazılarını gönderebiliyor ancak. Dışarıdan da yazı almaya açığız, ancak sadece bizim arkadaşlarımız yolladı şu ana kadar. Sadece de bir tane yayımlandı.

Bizi arkadaşlarımızdan başka takip edenlerin de olduğunu düşünerek söyleyelim bunu sitemizde yazmak isteyen arkadaşlarımızın yazılarını bekliyoruz. Yazım ve noktalamaya dikkat ederseniz seviniriz, tabi işin uzmanı değiliz ama başladığımız bir şeyi de yüzümüze gözümüze bulaştırmama açısından bütün yazıları yayımlamamayı düşünüyoruz. Bu tabi bize göre bir beğenidir. Ancak hepsi yayınlanırsa durumu siz düşünün.


Neyse efendim, çok konuştuk, yazılarınızı bekliyoruz. Hemen siz saygı değer misafirlerimize, belki de yazarımız olacak size mail adresi verelim. Oraya bir yollayın yazdıklarınızı.

eksikhece@gmail.com

Şimdilik bu kadar...
29 yazımız olmuş toplam, yeni yazılarda buluşmak dileğiyle...

Pişt!

Sahnedeyim;

Perdeler açılıyor,

Işık hafifçe kararıyor.

Tüm gözler üstümde.

Tek kişilik oyunumu,

İzliyor tüm dünya.

Aralarında fısıldaşıyorlar.

Benden bahsediyorlar,

Neler olacak? Merak ediyorlar

Ama bu sefer;

Farklı olacak diyorum,

Çünkü ben doğaçlama severim,

Onlar bilmiyorlar ama...

Sadece başka bir kukla sanıyorlar.

Kendileri gibi;

İplerine dolaşmış,

Tahta,boyalı,dolaylı...

Ama iplerim yok benim,

Çok önceleri koptular belki

Hatırlamıyorum bile,

Daha önceleri rol arkadaşlarımı,

Üzmek istemiyordum belki,

Onları taklit edip tamamlıyordum,

İplerim var sanıyordu izleyenler de.

Bu sefer tek başımayım.

Dekor bile yok,

Ben varım,

Özgür ve huzurlu,

...

Ve tamamen açıldı perdeler,

Oyunu sergileme zamanı!

Oturuyorum yere,

Ah! Hepsi nasılda merak ediyor ne yapacağımı!

Ben onlara bakıyorum,

Onlar bana.

Tek bir ses çıkıyor sadece,

-Hadisene kardeşim- diyor.

İşte beklediğim işaret.

Ayağa kalkıyorum.

Seyircilere yaklaşıp,

Bir eğiliyorum,

Ellerim yerleri süpürüyor,

Gözlerim bana seslenende,

Hiç ayrılmıyor.

Başlıyorum dansıma,

İpimi çeken böyle yapamaz biliyorlar,

Hepsi şaşkın!

Görmemişler 2000 yılı aşkın,

Ne yapıyor bu? diyorlar.

Ve duruyorum.Başım dönüyor.

Hiç bu kadar hoş hissetmemiştim.

Sonra sahnenin kenarından bir ses,

-Pişt, ne yapıyorsun anlayacaklar-

O an yalnız olmadığımı anlıyorum!

Tek değilmişim,iplerini koparan başka biri daha var!

O da gelse keşke sahneye.

Yardım etse bana,

Ama "hayır" diyor.Cesaret edemiyor.

Ve diğerleri kıskanıyor bizi.

Üstüste yığılmış olanlar,

Hala ipleri var!

Hepsi birbirine dolanmış.

Neden sonra hatırlıyorum...

Sahnedeyim.

Kafamı kaldırıp bakıyorum ileriye,

-Hadisene kardeşim- diyene.

Bir gülücük,bir tebessüm var.

Aklıma bir şey geliyor!

Hiç adım atmadım sahneden dışarı,

İlk olacak!

"Pişt!" diyen korkuyla bakıyor,

Anlıyor neler olacağını.

Gözlerini yumuyor.

Yanakları kızarıyor!

Tam perdenin yanından atlarken ben;

Bir el takılıyor bana,

İnce bacağıma!

Sıkı sıkı tutuyor.Bırakmıyor!

Ama bir kez adımımı attım.Duramıyorum...

Sahnenin kenarında tahtadan boynum,

Sessiz bir çıtırtı!

Oyunlarım gibi.

Ve kırılıyor işte.

Son!

...

Perde inerken ve tebessüm eden gülerken;

Görüyorum, bacağımı tutanın gözünde,

Bir damla yaş,

Kırılmış; ona bakan kafama bakıyor.

Hala tutuyor bedenimden geri kalanları;

Sıkı sıkı.

En iyi dostum olan, o tutan,

Sanki diyor; "en iyisi buydu."

"Haklısın" diyorum.

...

Perde tamamen kapandı artık.

İnsanlar gitti.

Başımda "pişt!" diyen.

Bana bakıyor.

Gözleri açık artık

Yanakları, hala kırmızı;

Kuklacı öyle boyamış sanırım.

"İyi halt yedin Hıyar!" diyor...

Ve kafamı her gece olduğu gibi,

Tekrar bedenime götürüyor!

.

.

.

4 Haziran 2007 Pazartesi

Uzak Balık

Saçlarını unutabilirdiniz onun. Anlamsızca gülmeleri aklınıza gelmezdi belki. “Tırnaklarımı yemeyi bıraktığım an sigara içmeyi de bırakırım.” demesi mantıklı gelebilirdi insana sonradan. Ellerini unutabilirdiniz, yeşile, mora, maviye boyanmış ellerini. Gecenin en olmadık saatinde yollara düşmüşken ve ağır ağır yürürken beyaz kaldırımında yolun, birden garipçe bağırmasını unutabilirdiniz. Hatta sonra oturup her zaman gülen bu suratın ağlamasını da… Ama hiçbir zaman kösele ayakkabılarının size doğru gelen adımlarını unutamazsınız. Sanki her adımda yeri delecek gibi, sanki her adımda ben buradayım der gibi: ”Tak, tak, tak.”

Parmağını kanatmış küçük bir çocuk gibi evine koştuğunda da dolardı odasına, şu anda beynimin herhangi bir köşesinde yatan kokusu. O koku sanki bütün kokuları siler geçerdi. Penceresinden içeri sızan hanımeli kokusu bile o baygın kokusunu alıp çeker giderdi bu karanlık odadan. Belki de başka kokulara alışmadığından odası, onun kokusuna hapsolurdu her dem. Odası kapağı kilitli bir sandık gibiydi. Arada ben girerdim odasına, kırmızı elbisemle küçük bir kızken bile duvarlarına bakıp her ayrıntısını ezberlemeye çalışırdım odasının. Odası hiç değişmedi, ama yine de her odasına daldığımda beni şaşırtan küçük ayrıntılar hiç kaybolmadı. Evet, hiçbir zaman ezberimde kalmadı odası. Küçük bir penceresi vardı, kimsenin istemediği tavan arasına sıkışmış odasının. Karanlık oda, gün ışığıyla aydınlandığında bile dışarısı gözükmezdi. Onun odasında dışarı yoktu zaten, içeri siyahlığın içinde o kadar çok aydınlıktı ki insan dışarıyı bile unuturdu bazen. Ben bütün hayatımı silerdim, o karanlık sessizliğe adımımı attığımda. Arkamdan kapı “tak” diye kapanırdı. Çocukluğumdan beri unutamadım bu sesi.

Adını bilmiyorum. Garip biliyorum ama adını hiç sormadım ona. Onun benim adımı bilip bilmediğinden de haberim yok. Adlarımızdan daha önemli “biz” vardık zaten, bazen “ben” ve” o” olan. Onla ilgili çok şey bildiğimi düşündüğümde hemen aslında hiçbir şey bilmediğim aklıma gelirdi. Herhangi basit bir cümlesi bile kafamı olmadık zamanda allak bullak ederdi. Güzel resim yapardı, sesi kötüydü, her seferinde farklı bir melodiye, farklı sözler uydururdu. Bunları kaydetmiyordu bildiğim kadarıyla. Onu sadece iyi hissettiren şarkılardı söyledikleri, şarkıları güzeldi, sesi kötüydü.

Onun nasıl da ressam olduğuna şaşardı odasına girenler, bir insan bu kadar karanlık ve manzarası olmayan bir yerde nasıl resim yapabilirdi ki? Odasına çok kişi girmezdi zaten, merdivenlerin sonunda araya sıkışmış kapalı bir kutu gibiydi odası, sadece kapağını açmaya cesaret edebilenlerin açtığı. Odasına girmeyenlerse sadece “Deli bu herif.” derlerdi sessiz harflerle. Garip kadınları çizerdi tuvaline, gökyüzünde uyuyan yetmişinde bir adamı, balonlara oturmuş kızıl saçlı bir kızı, güneşi ellerine almış bir çocuğu, denizi kafasında taşıyan yaşlanmış bir teyzeyi çizerdi, genelde herkesin boya kutusunda kullanılmadan kalan renkleri kullanırdı. Renkleri severdi. “Bana sen resimden anlamayan bir resimden anlayansın.” derdi,ne demek istediğini anlamazdım, hala da anlayamadım zaten.

Odasındaki kırmızı sandalyelere oturup sadece susardık bir derdimiz olduğunda. Susmak bazen konuşmaktan daha iyidir aslında. Eli mora boyanmış bir şekilde açtığında odasının kapısını, içeri almamıştı beni ilk defa. Başka biri olsaydı o, kesinlikle inat yapıp girerdim içeri, başka biri olsaydım ben, bir şey söylerdim giderken. Sadece susarak geri dönmezdim mesela.

Ölümü komik bulurdu, “Gidenin arkasından ağlamak saçma, ben yaşadığım müddetçe.” derdi. Çok sonradan öğrendim, beni eve almadığı gün, yeni başladığı resimdeki kızın eteğini mora, saçlarını kızıla boyadığını, kızın suratına çarpık bir gülümseme yerleştirdiğini. Kız resimde balık tutarken, elindeki olta sahipsizmiş gibi sallanırken, denizdeki küçük bir balığa kendi anlamsız gülümsemesini çizdiğini çok sonradan fark ettim. Bütün garip cümlelerinden sadece balık olmak konusunda kurduklarını hatırlıyorum şimdi. Resimdeki kızıl saçlı kız sanki bir şeyleri biliyor gibi bakıyor denizdeki balığa. Denizdeki balık sanki birazdan boğulacak gibi, sanki birazdan kaçacak gibi, kaç kere baktığım halde bu resme bunu ayırt edemedim hala. Bana “Uzak Gölge” derdi bazen. Şimdi elimi denize uzattığımda ne zaman bir balık görsem onu hatırlarım, bu yüzdendir ki balık yiyemem küçüklüğümden beri. Benim kızıl saçlarım garipçe gülümser her sabah baktığımda bana. Evet, şimdi gerçekten uzak bir gölgesin balık.

Uzak Bir Gölge hafızama kazınan bir şarkısıdır Yeni Türkü'nün.

04.06.2007 23:28:23

Her Şey Gidebilir...


3 Haziran 2007 Pazar

Çocuk

Hadi bana söyle çocuğum, ben kimim? Anlatsana bana ben nerdeydim veya şu an nerede ikamet etmekteyim? Ah evet, ben dünyadayım, en azından bu kadarı belli hayatımda. Pardon çocuk seni unuttum. Ne diyorduk en son? Ah evet, ben neler yapıyorum anlatsana bana çocuk. Yoksa küstük mü? Eskiden saatlerce konuşur hayal kurardık. Hep benle benim yanımdaydın. Geceleri rüyama girer; beni şövalye veya kral yapardın bir de pamuk prenses verirdim yanıma en pamuğundan. Sabahları arkadaşlarıma küsüp saklandığımda köşe başında benle dertleşirdin, beraber yaşardık. Azıcık uçuk biraz da şıpsevdiydin ama renkliydin be çocuk, ne oldu sustun artık? Evet, kabul ediyorum, artık bir gazoz uğruna komşuma yardım etmiyorum, misket oynayıp topladığım erikleri yerken kahkahalar atarak gülmüyorum. Ama söyle ben mi suçluyum çocuk? Ben mi istedim bu kılları suratımda veya bir makinenin mukavemet hesaplarını kafamda? Ben istemedim bu gözlerimin altındaki uykusuzluktan kalan morluk ve zamanın kalıntısı çizgileri.
Haydi çocuk ses ver ne olur!
Haydi eskisi gibi olalım, sen söyle çılgınlıkları, ben yapayım. Ağaca tırmanalım, senle düşelim, ağlayalım, küselim, bağıralım ve yine gelsin annemiz başımızı okşasın; büyükbabamız yine alsın taze sütten bisküvileri ve içine tek tek o pamuk eleriyle doldursun lokumları boğulurcasına tıkalım ağzımıza, gene gülelim çocuk. Ses ver ne oldu? Bak gene gece oldu. Hem artık kral da olamıyorum rüyalarımda. Galiba pamuk yine yedi elmayı, o da gelemiyor rüyalarıma. Sen de yoksun kâbuslar alıyor yerinizi. Kan ter içinde uyanıyorum çocuk, hadi ses ver! Ne inatçısın sen de ama! Ne yapayım, tamam özür dilerim kadere uyduğum için ,ona uyup seni yalnız bıraktığım için, özür dilerim gerçekten ama hatamın acısını çektim bak odamda yalnız başınayım. Affet beni, gül, haykır yine içimde! Son ver ruhuma akan gözyaşlarına, bak söz bu sefer dinleyeceğim seni ve gidip öpeceğim karşıdaki komşu kızını. doğrusu Almanya’ya gelin gitmiş sanırım ama olsun dünya küçük be çocuk bir borcum vardı sana derim öperim, sen gel geri ne olur. Peki, peki çocuk haklısın ben büyüdüm ve sen gittin başka çocukların ruhuna ama bu sefer ne olur onlara daha sıkı yapış, benim seni bıraktığım gibi onların seni bırakmasına izin verme çocuk. Ama yine de arada uğra ruhum sana hep açık be çocuk.

Hadi kal sağlıcakla çocuk!


Alper Sakarya

Kıskaç ya da Kız ve Kaç


Kağıtları yuvarlayıp çöp kutusuna basket atmak...
Kumun denizle buluştuğu çizgide durup ayaklarına yosunları takmak...
Bayiden bir dergi almak -senin yazmadığın-...
Birisi sana bakınca kafanı saatine çevirip yelkovanla yarışmak ya da boş çantanı karıştırmak...
Soğuk betona kollarını dayayıp üşümeye çalışmak...
Sırf iş olsun diye bir kutu hapı alıp yutup yatmak...
Hepsi sıkıntının kıskacında ezilirken nefes alma şeklim ve her şekilde ben yokum!

2 Haziran 2007 Cumartesi

Siyah, Artık...

Tıpır tıpır cama vurarak yağmur yağdığını hayal ediyorum, elimde kahvem So Feel Autumn Rain çalıyor. Ama sadece hayal ediyorum, çünkü ne yağmur camıma vurabilir ne de ben kahve severim. O yüzden bu kadar basit bir hayali bile gerçekleştirme şansım yok. Sadece şarkıyı dinleyebiliyorum ve dinlerken bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Masamın her yerine dağılmış çikolata ambalajları boş bardaklar, kağıtlar ve kalemler var. Üstünde çalışmaya yeni başladığım basit bir resim yüzünden oraya buraya saçılmış zavallılar. Resim asla bitmeyecek sıkılacaksın diyor içimden bir ses. Başka bir ses de sıkılsan da sıkılana kadar geçireceğin iyi zaman uğruna devam et diyor. Ama o sadece taslak halde şu an da onu ektim bu akşam da. Ekme nedenim ise arkadaşlarımdı. Onlarla birkaç satır konuşabilmek adına her şeyimi verdiğim arkadaşlarım. Ama hiç birisiyle konuşmayı başaramadım uzun zamandır olduğu gibi bu akşam da. Neden böyle oluyor bilmiyorum ama artık onlarla konuşmak istemiyorum sanki. Daha doğrusu onların benimle konuşmalarını istiyorum. Eğer ilk onlar başlarsa konuşmaya beni umursuyorlar diye düşünüyorum. Tersi olmuyor artık, tersinden bahsetmeye gerek yok.

Saçma sapan şeylerden bahsettiğimin farkındayım ama yazma ihtiyacı hissediyorum, uykusuz geçirdiğim vakitleri paylaşacak kimseler beni hayatlarından atıp yeni hayatlar kurduklarından beri hissetiğim bir ihtiyaç bu. Belki saçma gelebilir ama yazı yazarken beni anlayan beni avutan birileriyle konuşuyormuşum gibi geliyor. Hele bir de yazılarıma olumlu tepkiler alabilirsem…

İnsanın yazdıkları hakkında olumlu sözler duyması çok hoş bir duygu, özellikle de sadece yazıp çizdikleri beğeniliyorsa insanın. Böyle insanlar için yazmak ve çizmek bir süre sonra yaşama amacı haline geliyor. Çoğu yazar ve ressamın yaşam amacının meslekleri olması yalnız ve uzak hayatlar sürmelerinin nedenleri de bu sanırım. Bu tecrit edilmişliği kendimde görüyorum. her şeyden çok kendime sanatçı diyebilmemin en büyük nedeni tecrit edilmişliğim.

Tecrit edilmişlikten söz açmışken; aslında hiç de hoşuma giden bir şey değil insanlardan uzak kalmak, aralarına katılamamak ya da koca gün köhne bir odada tek başına hayaller kurmak. Hatta sadece “bir insan olarak bana” bile ters bir olgu, çünkü insan toplu olarak yaşaması karşı cinsle iletişim kurup üremesi için yaratılmış bir mekanizma. Dişliler birbirine geçmezse Tanrı’nın kurduğu bu büyük fabrika çöker. Genelde tek bir dişte herhangi bir sorun olursa ufak tefek problemlerden başka bir şey olmaz ama genel bir arıza olursa yani toplum bireyselleşmeye başlarsa sonuç yıkım olur, kıyamet de herkesin bireyselleştiği bir ortamda gelecektir büyük ihtimalle… Bu açıdan ben kıyamet habercisiyim sanırım. Çünkü sadece kendim yalnız kalmakla kalmıyorum, ilişki kurduğum herkesin hayatını da berbat ediyorum. Diğer dişleri kıran başına buyruk bir dişliyim belki de evren dediğimiz şu koca fabrikada. Bu yüzden ölme zamanım gelene kadar benden uzak durun, ben elimden geleni yapıyorum sizleri korumak, kıyameti engellemek adına. Bunun için bana teşekkür bile edebilirsiniz.

Peki neden böyleyim? Bunu bir çok kez düşündüm, her ne kadar elimde kahvem olmasa yağmur da yağmasa da camdan dışarı bakarken genelde böyle şeyler düşünüyorum. Tabii karşıda elimi uzattığımda değebileceğim teyze çıkıp “evladım yatsana bak sabah ezanı okunuyor” demediği zamanlarda. Bu düşünme fasıllarının sonunda da bir kaç şey elde ettim kendime dair. Ulaştığım somut noktalar ise pek iç açıcı değildi; ben yalnızdım, çünkü başkalarının mutluluklarını kıskanan bencil, ukala, şımarık, bir tek kendini problemli sanan özgüven eksikliği çeken bir bireydim. Kendim hakkında bunları öğrendiğimde gerçekten sevinmiştim açıkçası, çünkü insan hatasını anladığında onları düzeltmek için ciddi bir mesafe kaydetmiş demektir. Tabii düşünürken atladığım kocaman bir nokta vardı, ben garip bir şekilde, bu halde olmaktan zevk alıyorum! Evet kendimi berbat hissetmekten, ne kadar kötü bir insan olduğumu bilmekten zevk alıyorum. Bu yüzden de asla huylarımı düzeltemeyeceğim. Düzeltemediğim sürece de yalnız kalmaya ve yalnız ölmeye mahkumum, çünkü insanlar her zaman doğru insanı bulurlar, ben ise yanlış insanım. Tanrı her Adem’e bir Havva verdiğini iddia etse de bana yalnızca hava vermiş.

Sanatım, yalnızlığım, tüm kötü huylarım ve bencilliğimle, bu saçma sapan yazıyı yazıp sizlere okutabilecek kadar duyarsızlaşmış bedenim ve ruhumla;

Semih Karacan, benimle ne olduğumu bilerek arkadaş kalın.

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!