24 Ekim 2007 Çarşamba
Karşısı karışık.
20 Ekim 2007 Cumartesi
Abim Evin Tek Çocuğu
Rahip okuluna gitmeyi başta sorgulamamıştı, ancak sonra abisinin de aklını çelmesiyle fikrini değiştirip rahip okulundan ayrılmıştı. Teknik okulda okumak değildi isteği, edebiyata girmek istiyordu. Ancak ailedir, engeldir, teknik liseye girmişti.
Düşünce yapısı oturmamış kişilerin toyluğunda oradan, buradan fikirle faşistliğin sembolü haline gelir Accio. Kavgacı, ailesiyle bir türlü anlaşamayan Accio, kendini faşistlerin yaptığı eylemlerde bulur. Aslında durum faşist olmaktan daha öte; boşluğun bir şekilde bir düşünceyle ya da bir başkaldırışla dolmasıdır. Accio en başında farkına vardığı gibi yalnızdır.
Küçük, eski bir ev. Kirişleri güçlendirmek için sonradan yapılan demirler olmasa belki de yıkılacak. İşçi ücretiyle geçinen ailenin üç çocuğundan diğeri olan Manrico komünisttir, o da kardeşi gibi eylemlerde bulunur. Ancak Accio’nun aksine yakışıklı, sevilen, dinlenen biridir. Manrico’ya destek veren anneleri, bir ev için; ev partisine oy veren ailesinin geçimi için uğraşan bilindik bir ev kadınıdır.
1960 ve 1970’li yıllardaki İtalya’nın siyası yaşamını konu alan film, Accio’nun faşist, Manrico’nun komünist düşünceleriyle karşı karşıya gelmelerini anlatıyor. Eylemlerde, evde birbirinin boğazına yapışan iki kardeş yine de ‘kardeş’ olmanın anlamıyla birbirlerini savunmayı da hiçbir zaman unutmuyorlar. Diğer kız kardeş de tabii sevilen Manrico’nun yanında ve yoldaşlarıyla beraber bir müzik grubunda bir müzik aleti çalmaktadır.
Accio sinirli yapısı yüzünden kimseyle anlaşamaz, herkesle kavga eder. Koridorun önündeki küçük odasından –belki oda bile denilemez- ve ailesinden umudunu keser. Bilinçsiz bağırışları, kavgaları ve karakoldan eksilmeyen görüntüsüyle aksi biri olup çıkar. Abisiyle bütün düşüncelerinin uzağında kardeş olup anlaşabilmelerini tek bir şey engeller.
Film mizahi dille, İtalya’nın 1960 ve 1970’li yıllardaki faşist ve komünist eylemlerinden yola çıkarak zıt iki fikrin bir ailede doğmasını anlatıyor. Film 2007 İtalya David di Donatello Ödülleri’nde en iyi Kurgu, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu (Elio Germano), en iyi yardımcı kadın oyuncu (Angelo Finocchiaro) ödüllerini almış. Filmlerde hep sorunlu kişilerin yanında olmamdan mıdır nedir Accio’yu daha çok sevdim Manrico’ya göre. Film ilk dakikalardan güzel müzikler duyacağımızın haberini veriyor ve film boyunca dinlediğim müzikler hâlâ aklımda.
Film Ekimi’nin geçen sene beni hüsrana uğratan bir filminden sonra böyle bir film izleyeceğimi düşünmüyordum aslında. Büyük bir etki bırakan filmlerden değil kuşkusuz, yani en azından benim için. Ama biraz arkamıza yaslanıp suratımızı gevşeterek eğlenip düşünebileceğimiz bir film. Sonra da ayaklarını uzatırsın iskelede, önünde deniz, arkada müzik, karşında Accio ve filmden çıkarken garip bir hüzünle o cümle çıkar yine ağzından:
“Abimi özledim lan!”
18 Ekim 2007 Perşembe
Giderken Kurbağa, Kalırken Balık
-Konuşmayı bırak da sus artık. Arkamda garip bir karanlık var. Bilmiyorsun, bilmiyoruz olanları. Sen balık olduğunun farkında değilsin artık. Ayağının altında bir zemin dönmekte ve konuşup duruyorsun. Aslında hep konuşuyoruz. İnsanız ya bildiğimizi sanıyoruz, bilmiyoruz balık. Sen o kağıda küçük çizgilerle bir balık çizip maviye boyadığında da bilmiyorduk, şimdi de. Biz eskiden her şeye gülerdik öyle değil mi? Tren geçerdi gülerdik, yağmur yağdığında, kitaba su döktüğümüzde, müzik dinlediğimizde hep gülerdik. Söyle bana aklındakini! Kaçırdığımı biliyorum, sen bilmesen de biz hep sustuk aslında. Neyi söyledik ki birbirimize? Uzağa giderken, kalırken de hep birbirimizde aradık suçu. Şimdi ne olur sus da, gideyim ben. Kalmak neyi değiştirir ki? Hem gitmektir yaşamak, sen öyle derdin.
-Ne geçti biliyor musun? Bilmesen de olur. Hani balık ve kurbağa olmak. Eskiden sokakta yürürken bile yapardık bunu. Büyüdük mü ki?
-Kafamı suyun içine daldırıp onaaa kadar sayıyorum.
-Ben de önümdeki koskocaman yaprağın üstüne atlıyorum. Burası hep sazlık.
-Bana da saz toplar mısın?
-Sen denizanasıyla arkadaş olursan toplarım.
-Anlaştık sevgili kurbağa.
-Ben bataklıktan dönünce yemek hazır olsun.
-Yosun getirmeyi unutma, bir de yerleri yeşile boyamadan gel bu sefer.
-Sen de kum getir bugün balık. Merdivenleri düzeltmemiz gerek.
-Bunlar eskidi mi, bazen dönüp arkama bakıyorum da, çocukluk aslında orada olduğu gibi güzel. Belki de sen haklısın. Geçmişte ne arıyorum ki, biz burada şimdi’den bahsetmeliyiz. Ayrıca şimdi aynı karede olsak yani dönsek çocukluğumuza, biz şimdi, aynı biz olabilir miyiz? Aynı şekilde mi kaldık sanki? Senin dertlerin büyüdü, benim gözlerim yorgun. Eskiden gözlüğüm yoktu değil mi kurbağa? Sesin bu kadar güzel değildi hem senin. Sonra uzak değildi bakışların, şimdi de muzip ama, değişti, değişenin ne olduğunu bilmiyorum. Sen güzel resim yapamıyorsun hala ama.
-Balık olma hayalin uzak değildi, sen kafanı soktuğunda suyun içine kendini balık sanırdın. Değişen ne ki balık, hep aynı şarkıdayız aslında. Konuşsak da hep sustuk biz. Diyorum ya sana yanında susarken bile durabildiğim tek insansın. Balık biz insan olmayalım. Konuşmayı bırakıp susalım balık, sen büyü, deniz ol, büyüsün gözlerin balık. Konuşmayı bırakıp susalım balık. Son susma vaktidir bu.
Tanrı
kaçış
kendinden kaçış değildir
şehirler eskitirsin boşuna..
saklanmaya çalıştığın renkli bilyelerini koyduğun
sıkıca kapanmış kavanoza
ne kaldırımlar sığdırabilirsin ne de salıncaklar
sadece savaş anılarını dinlemekten sıkıldığın
kertenkeleler öldürürsün rüyalarında
nuh'un gemisine alınmamış,
anlamaya başlamışsındır artık herşeyi
ve anlamakbir zamanlar
olmak istediğin
kişi olamadığını
anlamaya başlamaktır
kaygılandırır seni anlamak
sefil kırlangıçların sokakları
kaplayan piramitlerin
üzerine düşmüş yıldızlarda adını bilmedikleri şarkıların sadece
nakaratlarını söylemesi gibi...
vazgeçersin
anlamış olmaktan...
gökyüzüne aldanıp
maviye sığınmaya çalışırsın
ama
belki de
tanrı
kırmızı!
şehirler eskittin boşuna...
Özlem Korucu'ya ithafen.
17 Ekim 2007 Çarşamba
işgal
çığlıklar yatar,
bileklerinden
kan damlar
yıldızların geceleri,
yeni savaşlar
çıkarmaya gerek yok
kurtarmaya yeterliydi
bir ülkeyi
gözlerin
12 Ekim 2007 Cuma
Doris Lessing'ten Floş Royal!
Dorris Lessing ya da gerçek adıyla Doris May Tayler İran-Kirmanşah’ta 22 Ekim 1919’da dünyaya geldi. Hayatının ilk altı yılını Tahran’da sert Fransız dadılarla birlikte bir İngiliz kreşinde geçirdi. Lessing’in anne ve babası da Britanyalıydı; babası 1. Dünya Savaşı’nda sakatlanmış, İran Kraliyet Bankası’nda memur olarak çalışmakta; annesiyse hemşireydi. 1925 yılında Tayler ailesi Güney Rodezya’ya (Zimbabwe) taşındı. Yerleştikleri yerde, siyahlar penceresiz evlerde oturuyor, ülkeye yerleşmiş beyazlarsa pencerelerini un çuvallarıyla örtüyordu, bu kara coğrafyada Tayler ailesinin pencereleri ise Liberty perdelerle kapanıyordu. Ayrıca annesinin İngiliz Aristokrasisine öykünen tarafı, evi süsleyen kırmızı ciltli klasikler ve İran halılarıyla belli olmaktaydı. Doris’in annesi, Katolik olmadıkları halde kendisinin sıkı bir eğitimden geçirtmek isteyerek bir Katolik okuluna gönderdi. Fakat uzun sürmedi bu başlangıçta sürekli günahkâr olduklarını yineleyen ve Tanrının başlarına geçirdikleri örtünün dahi altına girdiğini söyleyen rahibelerle dolu okuldan on üç yaşındaki Doris, başarısızlığı sebebiyle ayrıldı. Belki de bu, yazarlık geleceğinin önünü açmıştır. Çünkü belki de o “başarılı” sıfatını istemiyor, öyküler ve şiirler yazmakla yaşıyordu. Okulu bırakmakla kendisini rezil ettiğini söyleyen annesinin “Peki ya şimdi ne yapacaksın?” sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Doris’in tek bildiği mutsuz suratlara sahip annesi ve babasına benzemeyecekti. Londra’dan kitaplar sipariş etti. Okudu sürekli okudu. Bir yandan da babasının 1. Dünya Savaşı öykülemelerini dinliyordu. Bu iki etken edebi zeminini hazırlıyordu Lessing’in. On beş yaşına geldiğinde evde daha fazla kalmayacağına kara verdi. Evi terk ettikten sonra kendisini tezgâhtarlık, au-pairlik, sekreterlik ve hemşirelik yapacağı zor günler bekliyordu. Ailesinin karşı tavrına rağmen hemşire olarak çalıştığı mekânın yöneticisi kendisine politik ve sosyolojik kitaplar tavsiye ederek Lessing’in dünya görüşüne katkı sağladı. Ayrık yazma vakti yaklaşıyordu. İlk eseri telif hakkı da aldığı Güney Afrika’da yayınlanan bir dergide çıktı. Düşünceleri gün geçtikçe yoğunlaşan Doris Lessing, “Bir kadının evlenmesi ve çocuk sahibi olması onun için ulaşılacak yeterli şeydir.” Toplumsal yargısından da oldukça rahatsızdı. Bu arada ilk evliliğini yapacağı devlet memuru Frank Wisdom’a âşık oldu. On dokuz yaşında evlendiği Wisdom’dan iki çocuğu oldu. Fakat daha sonraları bir “aşk stajı” olarak tanımladığı bu evliliği oğlunu da alarak sonlandırdı. Kocasını ve Rodezya’yı terk ettikten sonra Salisbury’e yerleşti. Solcu bir kitap kulübüne girdi. İngiltere’ye gelişinden kısa bir süre sonra, küçük bir kasabada yaşayıp da dışlanan bir kadının öyküsünü anlattığı “the Grass is Singing”i yazdı ve büyük bir ilgi topladı. Kalbinin kapısını ikinci defa çalan aşk, göçmen bir Alman Yahudisi olan Gottfried Lessing ile evlendirdi Doris’i. Özel mülkiyeti reddeden bir komün içinde yaşamayı seçen kadınlar ve erkekler birbirlerine ait değildi, ait olamazlardı. Böylelikle “her kadının mutlaka bir kez yaşaması gereken” yeni aşk serüvenlerine girdi, hiç çekinmedi. Vücuduna göre büyük gelen yırtık kazağı ve kot pantolonuyla ucuz kafelerde komünist gazeteler sattı. Edebiyttan pek de hoşlanmayan bir erkekle birlikteliğin beraberinde yalnız kalamamanın verdiği rahatsızlıkla yazmaya vakit ayıramıyordu. Ve ikinci evliliği de hiçbir zaman gerçekten bir KGB üyesi olup olmadığını bilemediği Lessing’in ölümüyle sona erdi. Komünizmi bırakırken kendisini istenmeyen ilan edenlere psikologların “bütün inançlar er ya da geç dine dönüştükleri” tespitini hatırlatacaktı ve hiçbir zaman yaşadıklarından pişman olmayacaktı. 1960’da “ the Golden Notebook” kitabıyla öne çıktı. Feminizmin getirdiği özgürlük rüzgârına inanmış ve hayal ettiği dünyayı getirebileceğini umut etmişti. Kitabının başarısını kadınsılıktan uzak kadın kızgınlığı ile eleştirenlere, “Bu davranışı erkekler gösterdiğinde ödüllendiriliyor, kadınlar gösterdiğinde ise nörotik nefret edilen kişiler olarak suçlanıyor.” Diyerek cevap veriyordu. Kitaplarını 1970’lerde mistizmle, 1980’lerde ise kozmik fanteziyle işledi. Sufi mistizm de etkilendiği başka bir akımdı. Britanya İşçi Partisi Lideri ve Britanya başbakanı Tony Blair, Lessing’e danışmadan ismini Kraliçe tarafından asil ilan edilebilecek listeye ekledi. Lakin, Doris Lessing buna tepki göstererek kendisine verilen “dame” unvanını kabul etmedi. Şimdi 87 yaşında olan Doris Lessing, 2005 yılındaki Harold Pinter’dan sonra Nobel edebiyat ödülünü kazanan ikinci İngiliz yazar oldu. Lessing Avrupa’daki tüm ödülleri kazandığını hatırlatarak poker oyununa gönderme yaptı ve “ Hepsini kazanmaktan sevinçliyim, tümünü… Bu, floş royal.” dedi. 2007 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak bu ödüle ulaşan 11. bayan yazar olan Lessing, “kadın hareketini destansı bir dille anlatan yazar” olarak nitelendirildi.
11 Ekim 2007 Perşembe
Titrek Şarap Dalgaları...
1 Ekim 2007 Pazartesi
Elsiz Balık
Bu gün seni bıraktım ama adres veremeyeceğim. Unutmak deme buna, unutamam seni, biliyorsun. Ben seninle yoğruldum. Bir biçim var maddenin bende vuku bulduğu, bir ben varım senle olan dünyevi bir boyuttan çok öte bir yerlerde...
Yazdığı mektubu kayık şeklinde katladı. Bunu ona annesi öğretmişti. Basit bir balıkçı kayığı... Kayıklar... İlkokulda kürsüde ilk okuduğu şiir aklına geldi: "Bandırma Vapuru". Kayıkla vapur arasındaki farkı düşündü. Ahhh... Artık düşünmeyecekti. Acı çekiyordu. Bıraktı başını yastığına. Boş boş bakarken odasının uçuk mavi duvarına birden balıklar geçti. Kocaman gözleri ve yüzgeçleri... Kusabilirdi. Balıklardan nefret ederdi. Çünkü onların elleri yoktu, bu ona korkunç geliyordu. Elsiz balıklar ve... Ve insanlar! İnsanların elleri vardı da ne oluyordu sanki.
Cumartesi
Hissetmekten vazgeçeli nicedir?
Kimdi özlediğim?
Zaman ne zamandır bu kadar umarsız?
Saatimin kumları almış başını gitmiş.
Koşmayalı ne kadar olmuş?
Nefes nefese kalmayalı?
Ne zamandır sorular soruyorum kendime?
Ve cevap veriyorum, deli gibi
Kendi kendime…
Karanlığa alışan gözlerim için
Gülmekse ne kadar da kolay
Yalanlar şekillendiren dudaklarım için.
En son kime gösterdim kendi doğrularımı?
En son ne zaman bir hayattan dışlandım?
Kim çatlattı kabuğumu?
Kim kırdı?
—Umarsızca
İçime işlemiş soğukla yaşamayı öğrendiğim gün?
Ne zamandır?
Sesler sessiz,
Renkler renksiz.
eksikhece.com
Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!
-
Bulutların kavgasından yorulmuş gökyüzü itekliyor onları bir kenara başka diyarlara. Mor menekşelerin üzerlerine düşen gölgenin yerini güneş...
-
Hangi kelime eksik kaldı bilinmez, ama cümlem bir hiçi anlatmaya meraklı başladı konuşmaya. Kaçan yoktu elbet, duvarın dibinde oturmu...