24 Ekim 2007 Çarşamba

Karşısı karışık.

"Rüzgarın esmediği vakitler, saçların tarandığı gibi kalır. Güneşin parlaması üzerine vurmak istemezse donuksundur. Çiçekleri ezerek yürürsen köprülerini yaktın demektir."


Yerin altını nasıl kazdıklarını düşündü önce. Eğer beynini kandırabilirse kimi zamanlar böyle, işe yaramaz ya da onu ilgilendirmeyen şeyler düşünürdü. Öyle bir günde yine kendi kendine kendini kandırmaca oynamak istedi. Metrodan indi. Kaygan zeminden ötede, geçilmesi yasak sarı çizgide, uzun ve telaşlı bir insan selinin arkasında yavaş adımlarla ilerledi. Kendisini toprağın altında üstüne çıkaracak, çıkarırken de yormayacak olan yürüyen merdiven için köşeyi döndü. Tekti. Telaşlı kalabalık telaş ettikleri şeyin peşine düşmüşlerdi. O tek kaldı. Dönüp arkasındaki boşluğa dil uzatabilirdi, boşa tekme atabilir ya da yankıyı kullanarak bir kaç ses denemesinde bulunabilirdi. Yalnızlığın vazgeçilmez artıları vardı işte. Yaşanacak her daim. Saçlarını bozup toplamayı tercih etti bu kadar delice yapılacak şey varken o normalliği seçti.

Yeryüzüne çıktı uzun dolambaçların ardından. Kendisi çıkarken girenler vardı.

"Ben gideceğiniz yerden geliyorum, sizse benim gideceğim yerden! Ters yaşam, aynı çizgi de git gel nereye kadar?"

Garip bakışlar üzerinde çok gecikmeden birikti. Yüzü kızardı. Deli olarak görünmek istemedi o an. Sanki yanında biri varmış gibi davranmak istedi. Yoktu. Gözlerini yerlerde döşeli kirli taşlara dikti. Hızlı adımlarla kaybolmak istercesine bir kalabalığa daldı. Sırtı yanıyordu. Sanki tüm bakışlar ok olmuş saplanmıştı kendisine. Kızdı, açık vermemeliydi düşüncelerini.

Uzun ve kalabalık caddede çantasını sürükleye sürükleye ilerledi. Az önce olanları unutmuş bir hali vardı. İki yerde durdu. Biri bar, içse sarhoş olur muydu acaba? Buğulu camın arkasını görmeye çalıştı. Pek seçilmiyordu içerisi. Başını hafifçe eğdi, hissetti oradaki olabilecek duyguları ve insanları. Uzun saçlı barmen yakışıklı tipini aptal bakan bakışlarıyla negatifliyor, karşısındakinde tiksinti uyandırıyordu. İri bir adam iki bira istedi. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı acıkmış gibi içine çekti. Sigara insanı doyurur mu ki... Kirli bar masasında önüne itilen biraları aldı, kızıl saçlı incecik narin bir kızın oturduğu masaya yöneldi. Kız utangaçtı, adamın yanında çocuğuymuş gibi küçük duruyordu. Adam derdini anlatmasını istedi kızdan, kızın alnına odaklanmış bakışlarıyla. Kız birden geri çekildi. Sanki derdi o an başladı, böyle hissetti. Yanlış mı doğru mu... Böyle düşünülecekse eğer ikilemde yaşanacaksa yani, yanlışızdır... Kız çantasını bir anda kaptığı gibi koşar adımlarla çıktı bardan. Barın kapısı açıldı.

Bir rüzgar esti.

Hissettiklerinde ne kadar doğruluk payı vardı, bilinmez ama bir yerlerde gerçekten kızıl saçlı narin bir kız iri bir adamın gölgesinde solmakta. Olasılıkların sıfır kabul edilmeyeceği bir sistemde yaşardı çünkü o. İçse de sarhoş olmayacağını, en azından sarhoş olmanın gereksiz bir aktivite olduğuna karar verdi. buğulu camı ve kapıyı dışarı doğru iten rüzgarı oluğu yerde bıraktı.

İlerledi.

Karşı taraftan kısa boylu, şişman, beyaz saçlı bizlere göre abuk sabuk -delice- giyinmiş bir kadın geiyordu. İkisi de birbirlerine iki adım kala durdu ve selamlaştılar. Kadın "Mer haba!"; oysa, "Merha ba!". Sanki üstlendikleri ilahi bir görevi tamamlamışlardı. Böyle bir hava içerisinde ikisi de yollarına devam etti, ters istikamette.

Yalnız değilse eğer bu caddede, duyurmalıydı sesini. Yılların kendisinde bıraktığı acımasız yalnızlığın sonu gelmeli. Kilitli kaldığı odalara küfretmeli, bağırmalı en güzel şiirlerini, terkeden ailesinin şerefsizliğini, her saat başı aldığı ilaçların gereksizliğini, asıl olan nasıl olursa olsun yaşadığı gerçeğini...

İçinden dökülen milyonlarca heyecan ünlemini elleri titreye titreye bir kaldırım taşının üstüne çıkarak bıraktı.

"Ay tut ulmaz!
Uluyanlar kurt...
Ben se genç biri
Değilim deli!!!"

Sokak başında iki polis araçlarından indi,"Hastanden kaçan zır deli bu olmasın?" Ellerinde kelepçe, soluğu özgür kadının yanında aldılar. Kadın yine kızardı, söylendi kendisine, açık vermemeliydi, farklı olmak burada deli olmaktır diye düşündü. Belki de gerçekten deliydi.

20 Ekim 2007 Cumartesi

Abim Evin Tek Çocuğu

Evden uzaklaştığı ilk gün onu geçiren sadece abisiydi. Trenin camına kafasını yaslamış, ilk defa uzağa gitmenin verdiği huzur ve tedirginlikle dışarıya bakıyordu. Çevresinde olup bitenlerden habersiz bir çocuktu daha.

Rahip okuluna gitmeyi başta sorgulamamıştı, ancak sonra abisinin de aklını çelmesiyle fikrini değiştirip rahip okulundan ayrılmıştı. Teknik okulda okumak değildi isteği, edebiyata girmek istiyordu. Ancak ailedir, engeldir, teknik liseye girmişti.



Düşünce yapısı oturmamış kişilerin toyluğunda oradan, buradan fikirle faşistliğin sembolü haline gelir Accio. Kavgacı, ailesiyle bir türlü anlaşamayan Accio, kendini faşistlerin yaptığı eylemlerde bulur. Aslında durum faşist olmaktan daha öte; boşluğun bir şekilde bir düşünceyle ya da bir başkaldırışla dolmasıdır. Accio en başında farkına vardığı gibi yalnızdır.



Küçük, eski bir ev. Kirişleri güçlendirmek için sonradan yapılan demirler olmasa belki de yıkılacak. İşçi ücretiyle geçinen ailenin üç çocuğundan diğeri olan Manrico komünisttir, o da kardeşi gibi eylemlerde bulunur. Ancak Accio’nun aksine yakışıklı, sevilen, dinlenen biridir. Manrico’ya destek veren anneleri, bir ev için; ev partisine oy veren ailesinin geçimi için uğraşan bilindik bir ev kadınıdır.



1960 ve 1970’li yıllardaki İtalya’nın siyası yaşamını konu alan film, Accio’nun faşist, Manrico’nun komünist düşünceleriyle karşı karşıya gelmelerini anlatıyor. Eylemlerde, evde birbirinin boğazına yapışan iki kardeş yine de ‘kardeş’ olmanın anlamıyla birbirlerini savunmayı da hiçbir zaman unutmuyorlar. Diğer kız kardeş de tabii sevilen Manrico’nun yanında ve yoldaşlarıyla beraber bir müzik grubunda bir müzik aleti çalmaktadır.



Accio sinirli yapısı yüzünden kimseyle anlaşamaz, herkesle kavga eder. Koridorun önündeki küçük odasından –belki oda bile denilemez- ve ailesinden umudunu keser. Bilinçsiz bağırışları, kavgaları ve karakoldan eksilmeyen görüntüsüyle aksi biri olup çıkar. Abisiyle bütün düşüncelerinin uzağında kardeş olup anlaşabilmelerini tek bir şey engeller.



Film mizahi dille, İtalya’nın 1960 ve 1970’li yıllardaki faşist ve komünist eylemlerinden yola çıkarak zıt iki fikrin bir ailede doğmasını anlatıyor. Film 2007 İtalya David di Donatello Ödülleri’nde en iyi Kurgu, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu (Elio Germano), en iyi yardımcı kadın oyuncu (Angelo Finocchiaro) ödüllerini almış. Filmlerde hep sorunlu kişilerin yanında olmamdan mıdır nedir Accio’yu daha çok sevdim Manrico’ya göre. Film ilk dakikalardan güzel müzikler duyacağımızın haberini veriyor ve film boyunca dinlediğim müzikler hâlâ aklımda.



Film Ekimi’nin geçen sene beni hüsrana uğratan bir filminden sonra böyle bir film izleyeceğimi düşünmüyordum aslında. Büyük bir etki bırakan filmlerden değil kuşkusuz, yani en azından benim için. Ama biraz arkamıza yaslanıp suratımızı gevşeterek eğlenip düşünebileceğimiz bir film. Sonra da ayaklarını uzatırsın iskelede, önünde deniz, arkada müzik, karşında Accio ve filmden çıkarken garip bir hüzünle o cümle çıkar yine ağzından:


“Abimi özledim lan!”



18 Ekim 2007 Perşembe

Giderken Kurbağa, Kalırken Balık

Bitirim`e...


-Düşünmeyi bırak da konuş. Bırak elindeki bardağı, bakışlarını kaçırmak istiyorsun biliyorum, her kahve içmende. Söyleyebilecek bir şeyin var mı? Düşünmeyi bırak da konuş diyorum sana. Mesela ben. Ayaklarımı uzatmış buradayım. Gözlerimde garip bir yorgunluğun izleri var ve yatağımdan kalkmak her gün biraz daha zor oluyor benim için. Dur, konuşmaktan mı bahsettik? Konuşmak demişken öyle yüzeyde kalmasın söylediklerimiz. Biz konuşuyorduk zaten sonra susunca oldu bunlar biliyorum. Yerin altında bir zemin var ve eskiden hayal ettiğimiz gibi ne sen kurbağasın, ne de ben balık. Sen kurbağa beslemekle başlamamalıydın işe. Sınır. Evet, öyle diyorlar, sınır. Biz hangi sınırdan kaçtık da buraya geldik bilmiyorum. Öyle içini çekme, içini çekmek ne ki, sen benim yanımda bile ağlamazsın zaten. Kaçırıp durma bakışlarını. Bazen diyorum ya, gitme. En zor da bunu demek değil mi, arkana yaslanıp sen pencereye doğru çeviriyorsun kafanı. O sesi, sessizliği hatırlatma bana.

-Konuşmayı bırak da sus artık. Arkamda garip bir karanlık var. Bilmiyorsun, bilmiyoruz olanları. Sen balık olduğunun farkında değilsin artık. Ayağının altında bir zemin dönmekte ve konuşup duruyorsun. Aslında hep konuşuyoruz. İnsanız ya bildiğimizi sanıyoruz, bilmiyoruz balık. Sen o kağıda küçük çizgilerle bir balık çizip maviye boyadığında da bilmiyorduk, şimdi de. Biz eskiden her şeye gülerdik öyle değil mi? Tren geçerdi gülerdik, yağmur yağdığında, kitaba su döktüğümüzde, müzik dinlediğimizde hep gülerdik. Söyle bana aklındakini! Kaçırdığımı biliyorum, sen bilmesen de biz hep sustuk aslında. Neyi söyledik ki birbirimize? Uzağa giderken, kalırken de hep birbirimizde aradık suçu. Şimdi ne olur sus da, gideyim ben. Kalmak neyi değiştirir ki? Hem gitmektir yaşamak, sen öyle derdin.

-Ne geçti biliyor musun? Bilmesen de olur. Hani balık ve kurbağa olmak. Eskiden sokakta yürürken bile yapardık bunu. Büyüdük mü ki?

-Kafamı suyun içine daldırıp onaaa kadar sayıyorum.
-Ben de önümdeki koskocaman yaprağın üstüne atlıyorum. Burası hep sazlık.
-Bana da saz toplar mısın?
-Sen denizanasıyla arkadaş olursan toplarım.
-Anlaştık sevgili kurbağa.
-Ben bataklıktan dönünce yemek hazır olsun.
-Yosun getirmeyi unutma, bir de yerleri yeşile boyamadan gel bu sefer.
-Sen de kum getir bugün balık. Merdivenleri düzeltmemiz gerek.

-Bunlar eskidi mi, bazen dönüp arkama bakıyorum da, çocukluk aslında orada olduğu gibi güzel. Belki de sen haklısın. Geçmişte ne arıyorum ki, biz burada şimdi’den bahsetmeliyiz. Ayrıca şimdi aynı karede olsak yani dönsek çocukluğumuza, biz şimdi, aynı biz olabilir miyiz? Aynı şekilde mi kaldık sanki? Senin dertlerin büyüdü, benim gözlerim yorgun. Eskiden gözlüğüm yoktu değil mi kurbağa? Sesin bu kadar güzel değildi hem senin. Sonra uzak değildi bakışların, şimdi de muzip ama, değişti, değişenin ne olduğunu bilmiyorum. Sen güzel resim yapamıyorsun hala ama.

-Balık olma hayalin uzak değildi, sen kafanı soktuğunda suyun içine kendini balık sanırdın. Değişen ne ki balık, hep aynı şarkıdayız aslında. Konuşsak da hep sustuk biz. Diyorum ya sana yanında susarken bile durabildiğim tek insansın. Balık biz insan olmayalım. Konuşmayı bırakıp susalım balık, sen büyü, deniz ol, büyüsün gözlerin balık. Konuşmayı bırakıp susalım balık. Son susma vaktidir bu.

Tanrı

kangren şehirlerden
kaçış
kendinden kaçış değildir
şehirler eskitirsin boşuna..
saklanmaya çalıştığın renkli bilyelerini koyduğun
sıkıca kapanmış kavanoza
ne kaldırımlar sığdırabilirsin ne de salıncaklar
sadece savaş anılarını dinlemekten sıkıldığın
kertenkeleler öldürürsün rüyalarında
nuh'un gemisine alınmamış,
anlamaya başlamışsındır artık herşeyi
ve anlamakbir zamanlar
olmak istediğin
kişi olamadığını
anlamaya başlamaktır
kaygılandırır seni anlamak
sefil kırlangıçların sokakları
kaplayan piramitlerin
üzerine düşmüş yıldızlarda adını bilmedikleri şarkıların sadece
nakaratlarını söylemesi gibi...
vazgeçersin
anlamış olmaktan...
gökyüzüne aldanıp
maviye sığınmaya çalışırsın
ama
belki de
tanrı
kırmızı!

şehirler eskittin boşuna...

Özlem Korucu'ya ithafen.

17 Ekim 2007 Çarşamba

işgal

kaldırımlarda
çığlıklar yatar,
bileklerinden
kan damlar
yıldızların geceleri,
yeni savaşlar
çıkarmaya gerek yok
kurtarmaya yeterliydi
bir ülkeyi
gözlerin

12 Ekim 2007 Cuma

Bayram tebriği

Doris Lessing'ten Floş Royal!

Hayatı Meydan Okumakla Geçen Doris Lessing Son 10 Yılda Edebiyat Nobel’ini Alan Tek Kadın Yazar Oldu.
İsterseniz yanlış düşünün, ama her durumda kendi kafanızla düşünün. (Doris Lessing)

Dorris Lessing ya da gerçek adıyla Doris May Tayler İran-Kirmanşah’ta 22 Ekim 1919’da dünyaya geldi. Hayatının ilk altı yılını Tahran’da sert Fransız dadılarla birlikte bir İngiliz kreşinde geçirdi. Lessing’in anne ve babası da Britanyalıydı; babası 1. Dünya Savaşı’nda sakatlanmış, İran Kraliyet Bankası’nda memur olarak çalışmakta; annesiyse hemşireydi. 1925 yılında Tayler ailesi Güney Rodezya’ya (Zimbabwe) taşındı. Yerleştikleri yerde, siyahlar penceresiz evlerde oturuyor, ülkeye yerleşmiş beyazlarsa pencerelerini un çuvallarıyla örtüyordu, bu kara coğrafyada Tayler ailesinin pencereleri ise Liberty perdelerle kapanıyordu. Ayrıca annesinin İngiliz Aristokrasisine öykünen tarafı, evi süsleyen kırmızı ciltli klasikler ve İran halılarıyla belli olmaktaydı. Doris’in annesi, Katolik olmadıkları halde kendisinin sıkı bir eğitimden geçirtmek isteyerek bir Katolik okuluna gönderdi. Fakat uzun sürmedi bu başlangıçta sürekli günahkâr olduklarını yineleyen ve Tanrının başlarına geçirdikleri örtünün dahi altına girdiğini söyleyen rahibelerle dolu okuldan on üç yaşındaki Doris, başarısızlığı sebebiyle ayrıldı. Belki de bu, yazarlık geleceğinin önünü açmıştır. Çünkü belki de o “başarılı” sıfatını istemiyor, öyküler ve şiirler yazmakla yaşıyordu. Okulu bırakmakla kendisini rezil ettiğini söyleyen annesinin “Peki ya şimdi ne yapacaksın?” sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Doris’in tek bildiği mutsuz suratlara sahip annesi ve babasına benzemeyecekti. Londra’dan kitaplar sipariş etti. Okudu sürekli okudu. Bir yandan da babasının 1. Dünya Savaşı öykülemelerini dinliyordu. Bu iki etken edebi zeminini hazırlıyordu Lessing’in. On beş yaşına geldiğinde evde daha fazla kalmayacağına kara verdi. Evi terk ettikten sonra kendisini tezgâhtarlık, au-pairlik, sekreterlik ve hemşirelik yapacağı zor günler bekliyordu. Ailesinin karşı tavrına rağmen hemşire olarak çalıştığı mekânın yöneticisi kendisine politik ve sosyolojik kitaplar tavsiye ederek Lessing’in dünya görüşüne katkı sağladı. Ayrık yazma vakti yaklaşıyordu. İlk eseri telif hakkı da aldığı Güney Afrika’da yayınlanan bir dergide çıktı. Düşünceleri gün geçtikçe yoğunlaşan Doris Lessing, “Bir kadının evlenmesi ve çocuk sahibi olması onun için ulaşılacak yeterli şeydir.” Toplumsal yargısından da oldukça rahatsızdı. Bu arada ilk evliliğini yapacağı devlet memuru Frank Wisdom’a âşık oldu. On dokuz yaşında evlendiği Wisdom’dan iki çocuğu oldu. Fakat daha sonraları bir “aşk stajı” olarak tanımladığı bu evliliği oğlunu da alarak sonlandırdı. Kocasını ve Rodezya’yı terk ettikten sonra Salisbury’e yerleşti. Solcu bir kitap kulübüne girdi. İngiltere’ye gelişinden kısa bir süre sonra, küçük bir kasabada yaşayıp da dışlanan bir kadının öyküsünü anlattığı “the Grass is Singing”i yazdı ve büyük bir ilgi topladı. Kalbinin kapısını ikinci defa çalan aşk, göçmen bir Alman Yahudisi olan Gottfried Lessing ile evlendirdi Doris’i. Özel mülkiyeti reddeden bir komün içinde yaşamayı seçen kadınlar ve erkekler birbirlerine ait değildi, ait olamazlardı. Böylelikle “her kadının mutlaka bir kez yaşaması gereken” yeni aşk serüvenlerine girdi, hiç çekinmedi. Vücuduna göre büyük gelen yırtık kazağı ve kot pantolonuyla ucuz kafelerde komünist gazeteler sattı. Edebiyttan pek de hoşlanmayan bir erkekle birlikteliğin beraberinde yalnız kalamamanın verdiği rahatsızlıkla yazmaya vakit ayıramıyordu. Ve ikinci evliliği de hiçbir zaman gerçekten bir KGB üyesi olup olmadığını bilemediği Lessing’in ölümüyle sona erdi. Komünizmi bırakırken kendisini istenmeyen ilan edenlere psikologların “bütün inançlar er ya da geç dine dönüştükleri” tespitini hatırlatacaktı ve hiçbir zaman yaşadıklarından pişman olmayacaktı. 1960’da “ the Golden Notebook” kitabıyla öne çıktı. Feminizmin getirdiği özgürlük rüzgârına inanmış ve hayal ettiği dünyayı getirebileceğini umut etmişti. Kitabının başarısını kadınsılıktan uzak kadın kızgınlığı ile eleştirenlere, “Bu davranışı erkekler gösterdiğinde ödüllendiriliyor, kadınlar gösterdiğinde ise nörotik nefret edilen kişiler olarak suçlanıyor.” Diyerek cevap veriyordu. Kitaplarını 1970’lerde mistizmle, 1980’lerde ise kozmik fanteziyle işledi. Sufi mistizm de etkilendiği başka bir akımdı. Britanya İşçi Partisi Lideri ve Britanya başbakanı Tony Blair, Lessing’e danışmadan ismini Kraliçe tarafından asil ilan edilebilecek listeye ekledi. Lakin, Doris Lessing buna tepki göstererek kendisine verilen “dame” unvanını kabul etmedi. Şimdi 87 yaşında olan Doris Lessing, 2005 yılındaki Harold Pinter’dan sonra Nobel edebiyat ödülünü kazanan ikinci İngiliz yazar oldu. Lessing Avrupa’daki tüm ödülleri kazandığını hatırlatarak poker oyununa gönderme yaptı ve “ Hepsini kazanmaktan sevinçliyim, tümünü… Bu, floş royal.” dedi. 2007 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak bu ödüle ulaşan 11. bayan yazar olan Lessing, “kadın hareketini destansı bir dille anlatan yazar” olarak nitelendirildi.

11 Ekim 2007 Perşembe

Titrek Şarap Dalgaları...



Akşamdan geceye kalan, bulutların gözyaşlarıydı sokakta.

Başını eğdi, solmuş renklerin hakimiyetindeki bir sonbahara daha. Öylece bakmayı tercih etti boş sokaklara. Dizlerini kendine çekip başını cama dayayarak umursamazca davranıyormuş gibi gözükmek, sırf kendi dünyasının içinde kendi için dönüp durmak istedi.

"Benden ötedeler..."

Ağız kısmı kırılmış bir kadehi elinde çevirirken dudaklarını ısırdı. Böyle bir şeydi işte kırık bir kadeh olmak! İçindeki bir kaç damla kırmızı şarap, içinde amaçsızca dönüp dolaşan kan...

"Bir çizgi daha... Gözlerime bak!"

Karakalem kağıtta gitgellerle onu oluşturuyordu. Gözlerine bakmadı. Karşısında titreyen elleri hissetmeyi tercih etti sadece. Bir titrek yüz oluşuverdi kağıtta. Kendisine benzetemedi pek, kendisi daha çirkindi.

"Gözlerim lacivert oluyormuş güneşte, öyle diyorlar. Sence?"

Güneş vurmuyor ki bize, diyecek oldu. Üstelemedi. Lacivertin hüküm sürmediği gözlere baktı donuk bakışlarla. Yüzündeki titrek çizgiler dalgalanmaya başladı. Saçlarını mı savurmakta bu yetenek yoksa...

"Ne zaman bırakacaksın söyle!"

Esrarlı bir mor vurdu pencereye, donuk bakışları alıp götüren, titrek ellerin gözlerine lacivert bahşeden. Bir esaretin altında ezilmekte o eller ve gözler, yiyip bitirmekte tüm çizeceklerini ve göreceklerini. Ölüm zamanı yaklaşıyor esir olarak varolduğu sürece. Bıkmış, tükenmişti...

Kalemi istemsizce elinden bıraktı. Loş odada kendi halinde yuvarlanmaya başlayan kalem kapı dibinde durdu. Ellerinin titremesi artmış, yüz mimiklerine hakim olamıyordu. Başı duvara yaslandı, yere çöktü. Elindeki dalgalı saçlı kızın potresini ona doğru tuttu.

"Sen daha güzelsin... Çizmeyi bıraka..."

Kadehlerin içindeki kadehler dağıldı. Kadeh içindeki şarabı kustu. Kız kendinden geçermişçesine ağlamaya başladı. Dakikalarca sinir krizi geçirir gibi ağladı, kendisini yırtarcasına. İçinde dolup taşan ne varsa hepsi için, titrek ellerin yaşaması için ağladı. Yüzyıllar boyunca o titreyen eller için bir heykel gibi durabilirdi, esrarın perdelediği bu inanılmaz aşkı için ağladı.

"Ne hakkında konuştuğumu biliyorsun! Çizmekten bahseden kim? Böyle olmamalı, böyle bitmemeli yaşam! Seni pembe rüyalar içinde sürükleyen beyaz, beni ve bizi mahveden bir siyah şeytan aslında o!"

Eli kolu yana düştü. Bir titrek cevapsız gölge odadan sıyrılıp geçti. Kalem duvar dibine doğru yuvarlanmaya başladı, önünde bir susam tanesi taşıyan karıncayı ezmeden durdu.

Sokak lambalarının cılız ışıkları altından bir insan geçti, dalgalı saçları düşünerek yolunu bilmeden tekleyerek ıslak kaldırımları eze eze yürüdü. Bir çift donuk ve yaşla dolu bakış mor pencerede ölümüne ağladı.

1 Ekim 2007 Pazartesi

Elsiz Balık


Düşünceni her yerde bırakabilirsin, öylece bir kaldırım taşına, ölü bir kedinin patisine, neden yaşadığından bihaber olduğunu düşündüğün kimsenin gözlerine...

Bu gün seni bıraktım ama adres veremeyeceğim. Unutmak deme buna, unutamam seni, biliyorsun. Ben seninle yoğruldum. Bir biçim var maddenin bende vuku bulduğu, bir ben varım senle olan dünyevi bir boyuttan çok öte bir yerlerde...

Konuşurken de ağlarken de gülerken de ben yokum aslında, biliyorsun. Bilen hep sensin. Bense bir tepkiyim. Tepkiler hep elle tutulur gözyaşı gibi; duyulur kahkaha ve ses gibi. Sen hepsinden ötesin. Birikimdesin.

Bıraktım. Sessizce. Boş...

Dünya gibi dönmek istedim bir an boşlukta. Evreni dolduran esir maddesinin esaretinden kurtulamayacağımın ve bu esarette seni anlayamayacak o kadar çok cismani varlık varken senle yaşanamayacağına karar verdim.

Yazdığı mektubu kayık şeklinde katladı. Bunu ona annesi öğretmişti. Basit bir balıkçı kayığı... Kayıklar... İlkokulda kürsüde ilk okuduğu şiir aklına geldi: "Bandırma Vapuru". Kayıkla vapur arasındaki farkı düşündü. Ahhh... Artık düşünmeyecekti. Acı çekiyordu. Bıraktı başını yastığına. Boş boş bakarken odasının uçuk mavi duvarına birden balıklar geçti. Kocaman gözleri ve yüzgeçleri... Kusabilirdi. Balıklardan nefret ederdi. Çünkü onların elleri yoktu, bu ona korkunç geliyordu. Elsiz balıklar ve... Ve insanlar! İnsanların elleri vardı da ne oluyordu sanki.

Birileri daha şiir okusa, birileri daha resim yapsa belki böyle olmazdı.

Cumartesi

Hissetmekten vazgeçeli nicedir?
Kimdi özlediğim?
Zaman ne zamandır bu kadar umarsız?
Saatimin kumları almış başını gitmiş.
Koşmayalı ne kadar olmuş?
Nefes nefese kalmayalı?
Ne zamandır sorular soruyorum kendime?
Ve cevap veriyorum, deli gibi
Kendi kendime…

Ağlamak bile ne kadar da zor olmuş
Karanlığa alışan gözlerim için
Gülmekse ne kadar da kolay
Yalanlar şekillendiren dudaklarım için.
En son kime gösterdim kendi doğrularımı?
En son ne zaman bir hayattan dışlandım?
Kim çatlattı kabuğumu?
Kim kırdı?
—Umarsızca

Hissetmekten vazgeçeli nicedir?
İçime işlemiş soğukla yaşamayı öğrendiğim gün?
Ne zamandır?
Sesler sessiz,
Renkler renksiz.

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!