22 Aralık 2007 Cumartesi

Bataklıktaki Çiçek


Can çekişiyordu, adeta ölüyordu.Son yaprağı da o pis kokulu karanlık çamurun altına gizlenmek üzereydi.Oysa o nerelerde dolaşmıştı, nerelerde bulmuştu öz benliğini.Kokusu da bitmek üzereydi.Bataklık kokusuyla iç içe geçmişti o güzel, beyaz yapraklarının kokusu.Bir zamanlar, gün ışığıyla dans ederdi gövdesi; ama şimdi zor buluyordu kendini.Batmak üzereydi, ama düşünesi gelmiyordu şimdiki halini.Anı yaşa derdi diğer çiçekler ona.Çok güzel anlar yaşamıştı ve birden anılarda bulmuştu kendini.Ah, ne de güzeldi bir aşığın, rüzgarlı bir günde söylediği şarkıya kokusuyla karışmak, ne de güzeldi bir sevgilinin kollarında okşanmak, burnunda bitmek.Bitmemişti onun güzel kokusu, böyle mi bitmeliydi diye düşündü.Kim atmıştı onu bu bataklığa.Adeta karanlığa düşmüştü ama beyaz yaprakları gibi sadeydi içi.Dese de Aristo: “Ruhun güzelliği bedeninki kadar kolay gözükmez.” diye.Onun iç güzelliği daha da güzeldi dış güzelliğinden.Beyazdı dışı bir zamanlar, o beyazlığı içine de katmıştı o zamanlar.Şimdi ise elinde kalan, içine dolan tek şeydi bu beyazlık.Dışı kararmak üzereydi.Oysa o, içi karanlık olup dışı beyaz olmaktansa; içi beyaz olup dışı çamur rengine boyanmayı tercih ederdi hep.Etti de.

Neydi peki beni bu hale getiren diye sordu kendine.Çok pisti dışı, korkuyordu o pisliği içine bulaştırmaktan, dış dünya niye bu kadar karartılarla doluydu dedi birden.Bilmiyordu çamurun kenarında var olmaya çalışan otları, bilmiyordu göklerde uçuşan martıların derin çığlıklarını, bilmiyordu insanların söyledikleri sözlerdeki sevginin manasını.Bilmiyordu…Ta ki birinin onu kurtardığı anı görene dek.Artık o da biliyordu otların bile yaşam kavgası vermeye çalıştığını, o da biliyordu kuşların bile aşık olabileceğini ve en önemlisi de onu kurtaran gizemli elde gerçek sevginin var olduğunu biliyordu.Çünkü o, gizemli elin ona getirdiği sevgiyle yaşıyordu.

19 Aralık 2007 Çarşamba

Her bir basamak mıhlanıp kalmış, bir üstündekine imrenir durur, bir üste sonra daha da üste çıkma hevesiyle yanıp tutuşur. Gıcırdayan tahtaların arasında birikmiş tozlar öksürtür basamakları her ayak darbesi aldıklarında. Ezilmek adına yazılmış geçmişleri, şimdileri ve gelecekleri. Merdiven kenarını çevreleyen korkuluklar sınırlandırıyor basamakları ve adımlarımın yalpalayışını. Giriş kapısının tokmağını avuçlarımın içine aldığımdan beri beni sarıp sarmalayan tozlanmış gıcırdayan bir ruh hali, her bir basamakta kendi adımlarımın altında ezildi. Etrafından geçtiğim her nesnenin yaşantısını içime doldurarak ilerlemek ve bedenimi gözlerimde hissetmek belli bir dereceden sonra inanılmaz ağır geliyor. Kalbimin hızının hislerime, kalemiminse düşüncelerime yetişememesi gibi… Ucu gözükmeyen basamak kalabalığının – ortası mı bilmiyorum – belli bir yerinde nefes alamaz hale geldim. İçinde bulunduğum bu sınırlı boşluğu aydınlatma ağrısı çeken loş ışıklar, aralarındaki mesafeyi git gide arttırıyor. İçime çöken kasvet parmak uçlarımda istemsiz bir titremeye sebebiyet verip hayal gücümün kapılarını zorluyor.

- Hayat beni zorla!

İnancın hayalle bilek güreşi yaptığı saatleri yaşamaktayım. Birbirlerini zorlamaktalar. En hiddetli anlarında, işaret parmakları şaha kalktığında, gözlerimden çıkan kıvılcım her ikisini de küle döndürmeli. Yaratanın tas tas çamurundan şekillenip de onun alevinde pişen ellerim iki kül tepesini harmanlayıp başımdan aşağı boca etmeli. İnancın ve hayalin tozları, çıktığım merdiven basamaklarında üzerimden kayıp tahta çatlaklarını doldurmalı ve buradan geçen her bir han yolcusunun – ilk miyim, son mu, tek mi – bıraktığı aşk /gurur, yalnız/bencil ikili küllerinin içinde kaynaşmalı. Bir dünya olmalı küller. Merdivenin neresindeyim hala bilmiyorum, üzerimden döktüğüm toz yığınını ton sayıyorum. Tüm tahta boşluklarını dolmuş görüyorum. Belki de bu merdivenlerin en son yolcusu olma isteğimdendir bu. İlk ve tek olmayı takmıyorum.

- Gözlerimde görüyorum bedenimi.

Bir üst basamağa çıkmak için vücudumu her kıvırışımda göz kapaklarım, parmaklarım, dizim, karnım, sırtım iç içe bir ahenkle bükülüyor. Sessizce boşalıyor kanım bacaklarıma, hissediyorum tane tane vuruşunu kanın bileğimde. İçimdeki kırmızı şelalenin akış heyecanı beni bunaltıyor, anlam veremiyorum ara sıra bu şehir içinde bulunduğum mekan hakkında bir anlam. O an her şey manasız. İç sesin sahibi kayıp. Merdiven gibi karışık, üst üste basamaklar gibi bir yığın insan.

- Bedenimden soyunmam gibidir zamanın yaşamdan ayıklanması.

Sonu olmayan bir tırmanıştayım sanki bir sinyal merdiven korkuluklarından bana doğru gelen ürkütüyor cesaretimi. Aniden, ismini bilmediğim tanımadığım bir basamakta çöküverdim. Sağ elim korkulukların çürümüş, nemli, hafiften işlemeli çubuğuna tutulu, sol elimse yorgunluktan sararmış sol yanağımı avuçlamış biçimde, oturuyorum. Kendim kendimin içinde, dünya kendinde dönüyor. İç içe, mide bulandırıcı hayatlar beynimden sıçrayıp merdivenden aşağı doğru süzülüyor. Zamanın hükmünü giymiş insanlar görüyorum, karşımda şekilleniyorlar. Titreyen ellerinin avuçladığı saçlarının siyahlığı burunlarının ucundan akıyor yavaş yavaş. Pürüzsüz ciltlerinde benekler uçuşuyor, buruşuk vücuda konuyorlar sonra . Doğamayan bebekler, annelerinin karınlarını tekmeliyor, yüzsüz suratlarını karanlık hiçliklerine çevirip ölüm havuzunda bir bir batıyorlar, işaret parmakları havada. Ben de varım der gibi, beni de seç hayat der gibi, suratıma var oluş sebebimi vurur gibi, kendi doğuşumdan kendimi utandırır gibi, cesaretimi kırbaçlar gibi. Gibi gibi…
Köşesiz, herkesin merkeze eşit mesafede ve sonsuz çapta, “erken ve geç” ile bezenmiş bir zaman çarkının etrafını sarmalamış insanlığa zararlı insanlar. Çark döndükçe, merdiven basamaklarını sınırlandıran korkuluklar ve duvar arasında mekik dokuyor ve ben biliyorum ki şimdiyi bulmadıkça çark düşüncelerde, her bir dönüş bir dahaki dönüşün hızlanmasını sağlayacak. Zamanın cismani boyutunda kol saatlerinin emrine itaatteki bu insanlar içine doldurdukları yaşanmışlıkları kusarak ölecekler. Geçmişlerinde boğulan insanları taşıyan çarksa üstüne binen ağırlıktan dolayı düşmeye başladı merdivenlerden geriden geriye, döne döne. Gözümden kayboldu. Şimdi bir ben varım bir basamak içinde.

— Yükseliş, duruş, gerileyiş kesişimindeki kıskaçta sıkışıp kalabilirim. Kendimi burada bırakmamalıyım. Savrulmalıyım, yolumu bilerek hem de.

Kelimesizlik açlığında kaşlarını yolan bir şair kadar acınacak durumdayım belki de. Belki de bu bina dışındaki veyahut bu binadan haberi dahi olmayanlardan çok daha ama çok daha şanslı durumdayım. Bilmiyorum insanlıktaki sıralama hanemi. Duvarların soğuk yüzü bir süre sonra daha üst basamaklara ilerleyişime neden oldu. Bu kez daha hızlı çıkışlar. Geride kalan basamağın hatırını sormayan sert adımlarım nefes nefese. Kapısız duvarlar, soluksuz basamaklar, penceresiz bir bina içerisindeyim. Arkamdan dönüp gelecek, döne döne keskinleşecek, bir savruluşla başımı gövdemden koparmaya niyetli olabilecek bir çark var. Umurumda değil ve yorgun değilim artık. Savaş vermiş duygularım. Yenilsem de yensem de girdim ben bir kere o kapıdan.

- En son kattasın hayatım. Son kere tat her ne istersen.

Tut ki yoruldun, son basamağı çıkar mıydın, bedenini gözünden çıkaracak son basamağı. Derhal sol ayağımı attım, merdivenle yolculuğumu tamamladım. Loş ışıkların geride kaldığı, bulutların güneşi perdelediği ikindi deminin tüm gücünü zorlayarak verebileceği en fazla ışık karşımda duran pencereden içeri girmeye çabalıyor. Pencereyle merdiven bitimi arasında sadece üç adım ve ben pencereden üç adım gerideyim. Kollarımı uzatsam pencereye, parmak uçlarımla pencere arası bir adım. Bakışlarımınki iki yüz yirmi iki. Gözlüklerimi çıkardım. Şimdi üç adımlık görüş mesafesindeyim. Dışarıya bakmadan gözlüklerimi attım pencereden. Uçtularsa gözlüklerim, yukarı; yok hala kanunuyla dönüyorsa dünya, aşağı.

- Ben hep uçmak istedim!

15 Aralık 2007 Cumartesi

el

yan şimdi.
ins, elini aldı yaratandan,
şekillenen tas tas çamurdan
sıcaklığında alevin pişen.
-
ölümün soğuk nefesini
taşımakta ki yangın
kaçıyoruz ondan
halbuki
yan şimdi.
-
elini ver bana ateşler içerisinden.
-
...
ins, atalarından yadigar arnavut kaldırımlarından
geçti, gitti.
-
yürüdü,
başının üstünde elleri
namluda mermi.
gözlerinde sevgili
yüzünde elleri;
utancın yanıbaşında aşk.
dolanırken dudaklarında parmaklar
bir yol çizer sesten bakışa.
-
ins yürüdü,
iki yakayı çengelleyen köprüde
elleri cebinde.
o an manası yok zamanın,
avareliğin şerefi!
garibin sorumluluğu ve
nedeni yok sonucun.
-
yürüdü ins,
kitabındaki cümleleri ayıkladı.
yıkadı ellerini kelimelerle.
anlamak buydu?
-
...
şimdi elini ver bana;
her işlenen sevap ve günah anısına,
ateşler içerisinde doğan ve
onda ölecek elini.

30 Kasım 2007 Cuma

Genza


Öne doğru oturdu. Olmadı. Arkaya çekti kendini. Saçları sıkıştı sandalyenin parmaklıklarına. Burada olmamalıydı. Ait değildi buraya. Kimin nereye ait olduğu konusunda neler düşünmüş, neler yazmıştı bunca zamandır. Yazmasaydı da olurdu. Kimi zaman kağıdı alıp da yere atardı. Kalemlerini kırardı. Yazmak başa belaydı sonuçta. Hani bir günlüğe hayatını anlatmak gibi, hani olmadık bir yerde zamansızca okunmak gibi. Yazmak cesaret ister. Yazmak kağıt değil, kalemi farklı yönden tutabilmeyi ister. Öyleyse dedi yüksek sesle. Buraya ait değilim ben. Ama nereye? Ellerini kafasından çekip düşündü. Bulamadı.

Güneş olmadık günün, olmadık ışınlarını odaya serpince gün yüzü doğdu içine. Rastlantılarından resim yapmak istedi. Kağıdı düzgünce koyup masasına, bulabildiği kalemlerle çizdi. Bu bir dünyaydı. Sağ tarafa bir adamı oturttu, elinde kalemi, önünde defteri. Adamın hemen karşısına binlerce kafa çizdi. Renklere boğdu resmi. Olmadı. Yavaş yavaş siyahlaştı kafalar önünde. Aynı yöndeki sinirli bakışlar tek bir vücutta toplandı. Odak noktasına bir kadın çizdi. Kadın; korkusunu yumruk yaptığı ellerinde saklamış, boynu bükük... Düşündü, kadının ismi Genza olmalıydı. Heceleyerek söyledi yavaşça: Gen-za. Sağdan bakıldığında resme; kadının bedenini saran korku açıkça gözüküyordu. Soldan bakıldığında ise cesaretli bir ayak izi vardı zeminde. Ayaklarını yere sıkıca basmış, gergin bir vücut beliriyordu kağıtta. Öyle olmalıydı. Nefesini tutmuş Genza, tanıyıp tanımadığı tüm insanların karşısında, hem büyüyor, hem de aynı anda küçülüyordu. Hemcinsini tanımaz bir kadın çizdi karşısına. Genza suçunu bilen bir tavır takınmıştı kadına karşı. Kadınsa sinirli ve hoyrat. Renklerle debelenedursun resim. Yanındaki soğumuş kahve, yanlış bir el hareketiyle kağıdın üzerine döküldü. Kokusunu da tadını da kağıdın üzerine bıraktı kahve. Resimde şimdi belli belirsiz Genza, karşısındaki adam ve sinirli kadın vardı. Kafalar anlamsız dairelere dönüşmüş, renkler karışmıştı. Siyaha bürünmüştü tüm resim. Olur olmadık her yerde yenenin siyah/kara olduğunu kanıtlarcasına.

Başladı. Her gün aynı saatte çalardı bu şarkı. Burada saat yoktu. Zamanı bu şarkıyla ölçerdi. Şarkı çalmaya başladı mı gün çoktan bitmiş olurdu. O zaman ellerini ardına bağlayıp otururdu yatağına. Burada yatak ve masadan başka bir şey yoktu zaten. Arada kağıt ve kalem verirlerdi ona. Delirmesine engel teşkil edecek hiçbir şey yoktu bu dört duvarda. Ölmesi engellenirdi ama. Ne bir bıçak verirlerdi yemekte, ne de keskindi yatağın altındaki metalin köşesi. Delirmeye ramak kala demir parmaklıklara sıkıştırıp ellerini bağırmaya başlardı. Öyle zamanlarda gelirdi gün. Öyle zamanlara denk gelirdi bir martının kanat çırpışı. Sonra unuturdu. Parmaklıklardan günü, güneşi izlerdi. Martı olmadık yaşamına umut getirirdi bazen. Burada olmamalıydı, buraya ait değildi. Kapısını hızlıca kapardı gardiyan, demir kapı uykusuzluk nöbetine bir neden olurdu geceleri. Uyku yasak değildi. Kalabalık yasaktı. Oysa o günkü gibi olsa bile kalabalıklar güzeldi. Beden dokunuşunu, konuşmayı özlerdi bazen.

Yerde zemin.
Sokakta bulut.
Ağaçta bir kuş olarak kalırdı dört duvarın ardında. Duvarlarla kaldıkça o resmi çizerdi sayısız kere. Unutmak için, hatırlamak gerekti ayrıntıları. Ayrıntı dediğin kabussa eğer, çıkmazdı insanın aklından. Olmadık bilmecelerde gelir giderdi aklı. Yoktu. Yok olmaya alışmalıydı insan. Sildirmişlerdi adını. “Burada tuttuklarına bakma seni, ismin yok. Nefes aldığına şükredip durma, öldü sanıyor herkes seni. Yoksun artık.” demişti parmaklıkların ardında bir ses. Sesi tanımıyordu. Ses yoktu belki de.

Bitti. Şarkı bittiğinde gün batardı. Bu şarkıyı O buraya geldikten iki gün sonra çalmaya başlamışlardı. İlk geldiği gün kendinde değildi. Şarkı hiç duymadığı bir ezgide birleşirdi. Evinde olsaydı şu an, şarkıyı beğenmez, sözlerinden nefret ederdi. Ancak buradayken seviyordu şarkıyı. Buranın bir başkaldırısıydı şarkı. Saat yoktu. Zaman sadece şarkıyla ölçülürdü.

Önündeki resme bakıp ağlamaya başladı. Bitmeliydi. İnsan hafızasını silebildiği müddetçe yaşayabiliyorsa eğer; en azından bu resmi silmeliydi aklından. Kulaklarını gelen sessizliğe karşı tıkadı. Şarkı çoktan bitmişti. Gün kararmış, hiçbir martı gözükmüyordu parmaklıkların ardından. Düşüncelerini susturdu sonrasında. Kağıdı alıp parmaklıkların arasından attı. Resmi aklından silmeye çalıştı. Olmadı. Kafasını yastığın altına gömüp yattı. Ne zaman uyku geldi bilinmez; aynı ses, aynı saatte, aynı korkuyla uyandırdı onu.

"Genza! Kalk! Gidiyorsun."


Not:Uzun zamandır boş bıraktık burayı. Yazalım bakalım=)

13 Kasım 2007 Salı

Emperyalist Kültürün Ne Kadar Etik Ve Ahlaki Olduğunun Farkında Mıyız?



Her şeyden önce kültür kavramını tanımlamakla duruma açıklık getirmek gerekir. Bilindiği üzere kültür, dünya yüzeyindeki farklı birey ve toplulukların insan yaradılışından günümüze kadar edindiği değerlerin bugün aldığı son şekildir. Özellikle 1850'de yapılan sanayi devriminden sonra yeni pazarların yaratılmasıyla kültürel değişim zorunlu hale gelmiştir.

Daha somuta indirgeyip, örnekleyecek olursak. Örneğin, ABD şu an dünyanın en gelişkin silah teknolojisine sahip olup, ürettiği silahları sattığı ülkelerde savaş kültürünün temeli yaşam felsefesi olmuştur. İsrail ile Filistin arasındaki çatışmaları düşündüğümüzde, okula gitmesi gereken çocuğun elinde kaleşnikof ile İsrailliler'e karşı kurtuluş savaşına girişmesi duygusu, emperyalist toplumları sürüklediği olumsuz noktalardan biridir.

Aynı durum Irak'ta da geçerlidir. Irak'a müdahale eden ABD Başkanı Bush, Saddam'ı göndererek demokrasi kültürünü Irak'a egemen kılacağını iddia etmesine karşın tam tersi Irak insanının birbirine düşmanlığı daha da derinleşmiş ve ülke olarak gelecekleri ipotek altına alınmıştır. Önümüzdeki yıllarda Irak insanı petrolünü yok pahasına ABD'ye teslim edip, savaş tazminatını ödemekle meşgul olurken, diğer yanda o topraklarda doğacak olan çocuklar besinden, bilgiden ve ilgiden yoksun bir şekilde büyüyecek ve bütün bunlardan haberdar olmadan geldikleri 'GLOBALLEŞEN DÜNYADA' kendilerini tam bir kaosun içinde bulacaklardır.

İşte yaşanan acıyı dile getiren sözler:

Her şeyden önce kültür kavramını tanımlamakla duruma açıklık getirmek gerekir. Bilindiği üzere kültür, dünya yüzeyindeki farklı birey ve toplulukların insan yaradılışından günümüze kadar edindiği değerlerin bugün aldığı son şekildir. Özellikle 1850'de yapılan sanayi devriminden sonra yeni pazarların yaratılmasıyla kültürel değişim zorunlu hale gelmiştir.

Daha somuta indirgeyip, örnekleyecek olursak. Örneğin, ABD şu an dünyanın en gelişkin silah teknolojisine sahip olup, ürettiği silahları sattığı ülkelerde savaş kültürünün temeli yaşam felsefesi olmuştur. İsrail ile Filistin arasındaki çatışmaları düşündüğümüzde, okula gitmesi gereken çocuğun elinde kaleşnikof ile İsrailliler'e karşı kurtuluş savaşına girişmesi duygusu, emperyalist toplumları sürüklediği olumsuz noktalardan biridir.

Aynı durum Irak'ta da geçerlidir. Irak'a müdahale eden ABD Başkanı Bush, Saddam'ı göndererek demokrasi kültürünü Irak'a egemen kılacağını iddia etmesine karşın tam tersi Irak insanının birbirine düşmanlığı daha da derinleşmiş ve ülke olarak gelecekleri ipotek altına alınmıştır. Önümüzdeki yıllarda Irak insanı petrolünü yok pahasına ABD'ye teslim edip, savaş tazminatını ödemekle meşgul olurken, diğer yanda o topraklarda doğacak olan çocuklar besinden, bilgiden ve ilgiden yoksun bir şekilde büyüyecek ve bütün bunlardan haberdar olmadan geldikleri 'GLOBALLEŞEN DÜNYADA' kendilerini tam bir kaosun içinde bulacaklardır.

İşte yaşanan acıyı dile getiren sözler:
'sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
burası benim vatanım
ölmek de yaşamak da
benim hakkım
ve en çok bundan dolayı
sana burasını cehennem
bana yine cennet vatan yapacağım
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
yaşadığın her an
mahşer menzilimdesin
soluk aldığın her an
mahşer menzilimdesin
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
burası benim vatanım
camiler kenti: felluce
ben bağımsız yaşarım
ben anasız yaşarım
ben babasız yaşarım
ben oğulsuz yaşarım
ben kızım olmadan yaşarım
ama vatansız yaşayamam
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
unutma
benim öldüğüm yer de vatanım
ya senin ve
sen
petrolsüz yaşayamazsın
yapamazsın yaşayamazsın
öfken hayalet öfkem gerçek
öfkem gerçek öfken hayalet
ölmek ve öldürmek benim için onur
senin için utanç
senin için yüz karası
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
sen uyut dünya uyusun
sen uyut insanlık uyusun
ama ben uyanığım
ama ben direneceğim
işte kefenim bedenim
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
felluce içinde redif sesi var
bakın yüreğine acep nesi var
beni duymayana dostlar
hepten âhım var
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
mahşer menzilindesin
mahşer menzilindesin
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
bayram bağımsızlığımladır.'
Emperyalizmin insan yaşamında en yürek burkan tarafı ise; tüketim nesnelerinin ilkel toplumlarda ve günümüzde farklı amaçlarda kullanılmasıdır. İlkel toplumlarda insanlar sadece karnını doyurmak ve barınmak amaçlı temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken ve bunları kendi aralarındaki ticari ilişkilerde kullanırken, günümüzde söz konusu nesneler temel ihtiyaçların çok ötesinde keyfi olarak kullanılmaktadır.Bu da dünyada yoksulla zengin arasıdaki uçurumu daha da arttırmaktadır.Örneğin, AB ülkeleri parfüm ve kozmetik ürünlerine yılda 28 milyar dolar harcarken birçok ülkede insanlar açlıkla mücadele etmektedir ki , bu da hiç insani değildir.

Aklıma Etiyopya ve Sudan'daki eti kemiğine yapışmış insanlar geliyor. Bir tarafta milyar dolar harcama yapılırken, diğer tarafta bence insanlığın utanarak söylemesi gerektiği kelimeden yani 'AÇLIK’ tan her yıl 38 milyon insan ölüyor.İşte dünyadaki bu dengesizlik tüm çıplaklığıyla göze batıyor ve biz bu global köyde yan komşumuzun bile aç uyuyup uyumadığından bihaber bir şekilde yaşıyoruz.

Asıl sorun, yine bilim ve teknolojiyi elinde tutan ülkelerin üretim yaparken ne kadar ahlaki davrandıkları, insani boyuttaki düşünceleri ile alakalıdır. Mesela, ABD, KYWOTO anlaşmasını imzalamayarak ozon tabakasının delinmesine neden olmakta ve böylece küresel ısınmayla birçok ülkede de açlık ve kıtlığın önünü açmaktadır. Yani kendi halkının refahı ve mutluluğu için insanlığın geleceğini tehlikeye sokmaktadır.
Günümüzde bilim ve teknoloji alanında öncül ülkeler ürettikleri malları satmak için, söz konusu ülkelerde o malın tüketimini özendirerek yapay kültür oluşturmaya çalışmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle mallarını satmak ve tüketici davranışlarını ürün doğrultusunda etkilemek için her türlü aracı kullanmaktadırlar. Örneğin; hesap makinesi, bilgisayarlar, dvd, cd vb. unsurlar promosyon altında küçük elektronik araç olarak dağıtılabilmektedir. Batı, kendi ürünlerini satarak daha fazla milli gelir elde etmek için, geri kalmış ülkeleri kendi normal yaşam alışkanlıklarından vazgeçirmeye yönelik her türlü yöntemi kullanmaktadır. Örneğin; tekstil sektöründe kot ürünlerini giyme kültürünü yayarak, kendi alışkanlıklarını empoze ettirmeye çalışmaktadır ki, geri kalmış ülkelere çok yüksek fiyatlı teknoloji ürünü makineleri ve boya maddeleri satmalarıyla da, zengin ülkeler daha da zenginleşirken ve lüks bir yaşam yaşarken; fakir insanların daha yoksullaşmasına ve sıradan bir yaşam sürmelerine neden olmaktadırlar. Bu da tüm dengelerin bozulması ve hegemonyanın yüzünü göstermesi anlamına gelmektedir.
.
Türkiye'de; medyada, müzikte, sanatta, hayatımızın her alanında kültür saldırısı kendini göstermektedir. Geniş kitlelere ulaşan ve en büyük araç olan medya bugün eğlence programları adı altında her türlü soytarılığı yapmaktadır. Bunun en büyük nedeni ise reytingler 'sanal makine' üzerine kurulu olan ve reyting oklarını tüm dünya ülkelerine fırlatan emperyalist ülkelerdir ve medyanın tam ortasında kendini bularak amaçlarına ulaşmışlardır. Kuşkusuz bu durum, açık hedef haline gelen bizlerde de son derece olumsuz etkiler yaratmış ve bu ülkelerin diğer ülkelerde de yaptıkları hegemonyayı da ele alacak olursak, insanlığın psikolojisi tamamen alt üst olmuştur, kimi ülkelerde demokrasi ve özgürlük adına yapılan saldırılarda ise; o ülke coğrafyası kanlı, kırmızı birer tablo halinde dünya pazarına sunulmuştur.

Bugün küresel kültür, bize yaşam biçimi, ürün ve kimlik pazarlamaktadır ve böylece dünyayı tek tipleştirecektir. Dünya diktatörlüğü anlamına gelen küreselleşmenin götürüsü aysbergin görünmeyen yüzü kadardır.Küreselleşme çatısı altında oynanan oyunlar her zaman yıpratıcı olmuş, götürüsü getirisinden daha fazla olmuştur.

Doğu ve batı arasında birer köprü konumunda olan bizler ise gücümüzü tarihimizden ve kendi kültürümüzden almaktayız. Aynı zamanda kültürümüz ile emperyalist kültür arasında uzlaşmaz çelişkiler mevcuttur. Yurdum insanı her zaman halkların kardeşliğinden, barıştan, adaletten yana tavır sergilemiş ve insanı insan yapan bu gibi değerlerle ruhunu beslemiştir.

Ey Batı coğrafyası!
Var mısın kardeşliğe, var mısın barışa, adalete; söyle var mısın? Yoksan eğer sana şunu derim:
Doğuyu doğduğu yere gömersen,
Karanlığı kıldıysan egemen,
Sen de olamazsın bu âlemde
Tek başına 'KÜRESELLEŞEN.'
Gizem Kurular

7 Kasım 2007 Çarşamba

Bir tek bu gün afalladım!


Bulutların kavgasından yorulmuş gökyüzü itekliyor onları bir kenara başka diyarlara. Mor menekşelerin üzerlerine düşen gölgenin yerini güneş aydınlığı alıyor.

Gittiğimde yanına pencerenin, menekşelerin mutluluğuna şahit oldum. Sinirlendim. Kıskanmaktan mutluluğu, kendi kendimi yedim.

Benim solan menekşelerim olmalıydı, kalemim silmeli silgimse yazmalı, saatler günde sadece iki defa doğruyu göstermeli.

Garipliği başında taç gibi taşımalısın, bilirsin...

Seni anlatmayan şiirlere hayran kalırken önünden geçip giderken insanlar her birinin ağzını arayıp, hayatın anlamını bulmak gerek.

Portakal kabuğu kokusunu takip etmeli sokaklarda.

Yok ki...
İmge havuzunda boğduğun insanlar sana küfrederken, gülüp geçmeli.

Bilmiyorlar ki...
Bir aynam var odamda, bakıp kendimi kendime gösterdiğim, arkasına geçince kör olduğum.

Aldım menekşeleri en sonunda pencerenin önünden, aynanın arkasına yerleştirdim. Bulutlar yüzsüz, yine kuruldular gökyüzüne. Portakal kabuğu kokusu benim odamdan geliyormuş ve durdurduğum her insan hiç bir şey söylemedi işime yarayan!

24 Ekim 2007 Çarşamba

Karşısı karışık.

"Rüzgarın esmediği vakitler, saçların tarandığı gibi kalır. Güneşin parlaması üzerine vurmak istemezse donuksundur. Çiçekleri ezerek yürürsen köprülerini yaktın demektir."


Yerin altını nasıl kazdıklarını düşündü önce. Eğer beynini kandırabilirse kimi zamanlar böyle, işe yaramaz ya da onu ilgilendirmeyen şeyler düşünürdü. Öyle bir günde yine kendi kendine kendini kandırmaca oynamak istedi. Metrodan indi. Kaygan zeminden ötede, geçilmesi yasak sarı çizgide, uzun ve telaşlı bir insan selinin arkasında yavaş adımlarla ilerledi. Kendisini toprağın altında üstüne çıkaracak, çıkarırken de yormayacak olan yürüyen merdiven için köşeyi döndü. Tekti. Telaşlı kalabalık telaş ettikleri şeyin peşine düşmüşlerdi. O tek kaldı. Dönüp arkasındaki boşluğa dil uzatabilirdi, boşa tekme atabilir ya da yankıyı kullanarak bir kaç ses denemesinde bulunabilirdi. Yalnızlığın vazgeçilmez artıları vardı işte. Yaşanacak her daim. Saçlarını bozup toplamayı tercih etti bu kadar delice yapılacak şey varken o normalliği seçti.

Yeryüzüne çıktı uzun dolambaçların ardından. Kendisi çıkarken girenler vardı.

"Ben gideceğiniz yerden geliyorum, sizse benim gideceğim yerden! Ters yaşam, aynı çizgi de git gel nereye kadar?"

Garip bakışlar üzerinde çok gecikmeden birikti. Yüzü kızardı. Deli olarak görünmek istemedi o an. Sanki yanında biri varmış gibi davranmak istedi. Yoktu. Gözlerini yerlerde döşeli kirli taşlara dikti. Hızlı adımlarla kaybolmak istercesine bir kalabalığa daldı. Sırtı yanıyordu. Sanki tüm bakışlar ok olmuş saplanmıştı kendisine. Kızdı, açık vermemeliydi düşüncelerini.

Uzun ve kalabalık caddede çantasını sürükleye sürükleye ilerledi. Az önce olanları unutmuş bir hali vardı. İki yerde durdu. Biri bar, içse sarhoş olur muydu acaba? Buğulu camın arkasını görmeye çalıştı. Pek seçilmiyordu içerisi. Başını hafifçe eğdi, hissetti oradaki olabilecek duyguları ve insanları. Uzun saçlı barmen yakışıklı tipini aptal bakan bakışlarıyla negatifliyor, karşısındakinde tiksinti uyandırıyordu. İri bir adam iki bira istedi. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı acıkmış gibi içine çekti. Sigara insanı doyurur mu ki... Kirli bar masasında önüne itilen biraları aldı, kızıl saçlı incecik narin bir kızın oturduğu masaya yöneldi. Kız utangaçtı, adamın yanında çocuğuymuş gibi küçük duruyordu. Adam derdini anlatmasını istedi kızdan, kızın alnına odaklanmış bakışlarıyla. Kız birden geri çekildi. Sanki derdi o an başladı, böyle hissetti. Yanlış mı doğru mu... Böyle düşünülecekse eğer ikilemde yaşanacaksa yani, yanlışızdır... Kız çantasını bir anda kaptığı gibi koşar adımlarla çıktı bardan. Barın kapısı açıldı.

Bir rüzgar esti.

Hissettiklerinde ne kadar doğruluk payı vardı, bilinmez ama bir yerlerde gerçekten kızıl saçlı narin bir kız iri bir adamın gölgesinde solmakta. Olasılıkların sıfır kabul edilmeyeceği bir sistemde yaşardı çünkü o. İçse de sarhoş olmayacağını, en azından sarhoş olmanın gereksiz bir aktivite olduğuna karar verdi. buğulu camı ve kapıyı dışarı doğru iten rüzgarı oluğu yerde bıraktı.

İlerledi.

Karşı taraftan kısa boylu, şişman, beyaz saçlı bizlere göre abuk sabuk -delice- giyinmiş bir kadın geiyordu. İkisi de birbirlerine iki adım kala durdu ve selamlaştılar. Kadın "Mer haba!"; oysa, "Merha ba!". Sanki üstlendikleri ilahi bir görevi tamamlamışlardı. Böyle bir hava içerisinde ikisi de yollarına devam etti, ters istikamette.

Yalnız değilse eğer bu caddede, duyurmalıydı sesini. Yılların kendisinde bıraktığı acımasız yalnızlığın sonu gelmeli. Kilitli kaldığı odalara küfretmeli, bağırmalı en güzel şiirlerini, terkeden ailesinin şerefsizliğini, her saat başı aldığı ilaçların gereksizliğini, asıl olan nasıl olursa olsun yaşadığı gerçeğini...

İçinden dökülen milyonlarca heyecan ünlemini elleri titreye titreye bir kaldırım taşının üstüne çıkarak bıraktı.

"Ay tut ulmaz!
Uluyanlar kurt...
Ben se genç biri
Değilim deli!!!"

Sokak başında iki polis araçlarından indi,"Hastanden kaçan zır deli bu olmasın?" Ellerinde kelepçe, soluğu özgür kadının yanında aldılar. Kadın yine kızardı, söylendi kendisine, açık vermemeliydi, farklı olmak burada deli olmaktır diye düşündü. Belki de gerçekten deliydi.

20 Ekim 2007 Cumartesi

Abim Evin Tek Çocuğu

Evden uzaklaştığı ilk gün onu geçiren sadece abisiydi. Trenin camına kafasını yaslamış, ilk defa uzağa gitmenin verdiği huzur ve tedirginlikle dışarıya bakıyordu. Çevresinde olup bitenlerden habersiz bir çocuktu daha.

Rahip okuluna gitmeyi başta sorgulamamıştı, ancak sonra abisinin de aklını çelmesiyle fikrini değiştirip rahip okulundan ayrılmıştı. Teknik okulda okumak değildi isteği, edebiyata girmek istiyordu. Ancak ailedir, engeldir, teknik liseye girmişti.



Düşünce yapısı oturmamış kişilerin toyluğunda oradan, buradan fikirle faşistliğin sembolü haline gelir Accio. Kavgacı, ailesiyle bir türlü anlaşamayan Accio, kendini faşistlerin yaptığı eylemlerde bulur. Aslında durum faşist olmaktan daha öte; boşluğun bir şekilde bir düşünceyle ya da bir başkaldırışla dolmasıdır. Accio en başında farkına vardığı gibi yalnızdır.



Küçük, eski bir ev. Kirişleri güçlendirmek için sonradan yapılan demirler olmasa belki de yıkılacak. İşçi ücretiyle geçinen ailenin üç çocuğundan diğeri olan Manrico komünisttir, o da kardeşi gibi eylemlerde bulunur. Ancak Accio’nun aksine yakışıklı, sevilen, dinlenen biridir. Manrico’ya destek veren anneleri, bir ev için; ev partisine oy veren ailesinin geçimi için uğraşan bilindik bir ev kadınıdır.



1960 ve 1970’li yıllardaki İtalya’nın siyası yaşamını konu alan film, Accio’nun faşist, Manrico’nun komünist düşünceleriyle karşı karşıya gelmelerini anlatıyor. Eylemlerde, evde birbirinin boğazına yapışan iki kardeş yine de ‘kardeş’ olmanın anlamıyla birbirlerini savunmayı da hiçbir zaman unutmuyorlar. Diğer kız kardeş de tabii sevilen Manrico’nun yanında ve yoldaşlarıyla beraber bir müzik grubunda bir müzik aleti çalmaktadır.



Accio sinirli yapısı yüzünden kimseyle anlaşamaz, herkesle kavga eder. Koridorun önündeki küçük odasından –belki oda bile denilemez- ve ailesinden umudunu keser. Bilinçsiz bağırışları, kavgaları ve karakoldan eksilmeyen görüntüsüyle aksi biri olup çıkar. Abisiyle bütün düşüncelerinin uzağında kardeş olup anlaşabilmelerini tek bir şey engeller.



Film mizahi dille, İtalya’nın 1960 ve 1970’li yıllardaki faşist ve komünist eylemlerinden yola çıkarak zıt iki fikrin bir ailede doğmasını anlatıyor. Film 2007 İtalya David di Donatello Ödülleri’nde en iyi Kurgu, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu (Elio Germano), en iyi yardımcı kadın oyuncu (Angelo Finocchiaro) ödüllerini almış. Filmlerde hep sorunlu kişilerin yanında olmamdan mıdır nedir Accio’yu daha çok sevdim Manrico’ya göre. Film ilk dakikalardan güzel müzikler duyacağımızın haberini veriyor ve film boyunca dinlediğim müzikler hâlâ aklımda.



Film Ekimi’nin geçen sene beni hüsrana uğratan bir filminden sonra böyle bir film izleyeceğimi düşünmüyordum aslında. Büyük bir etki bırakan filmlerden değil kuşkusuz, yani en azından benim için. Ama biraz arkamıza yaslanıp suratımızı gevşeterek eğlenip düşünebileceğimiz bir film. Sonra da ayaklarını uzatırsın iskelede, önünde deniz, arkada müzik, karşında Accio ve filmden çıkarken garip bir hüzünle o cümle çıkar yine ağzından:


“Abimi özledim lan!”



18 Ekim 2007 Perşembe

Giderken Kurbağa, Kalırken Balık

Bitirim`e...


-Düşünmeyi bırak da konuş. Bırak elindeki bardağı, bakışlarını kaçırmak istiyorsun biliyorum, her kahve içmende. Söyleyebilecek bir şeyin var mı? Düşünmeyi bırak da konuş diyorum sana. Mesela ben. Ayaklarımı uzatmış buradayım. Gözlerimde garip bir yorgunluğun izleri var ve yatağımdan kalkmak her gün biraz daha zor oluyor benim için. Dur, konuşmaktan mı bahsettik? Konuşmak demişken öyle yüzeyde kalmasın söylediklerimiz. Biz konuşuyorduk zaten sonra susunca oldu bunlar biliyorum. Yerin altında bir zemin var ve eskiden hayal ettiğimiz gibi ne sen kurbağasın, ne de ben balık. Sen kurbağa beslemekle başlamamalıydın işe. Sınır. Evet, öyle diyorlar, sınır. Biz hangi sınırdan kaçtık da buraya geldik bilmiyorum. Öyle içini çekme, içini çekmek ne ki, sen benim yanımda bile ağlamazsın zaten. Kaçırıp durma bakışlarını. Bazen diyorum ya, gitme. En zor da bunu demek değil mi, arkana yaslanıp sen pencereye doğru çeviriyorsun kafanı. O sesi, sessizliği hatırlatma bana.

-Konuşmayı bırak da sus artık. Arkamda garip bir karanlık var. Bilmiyorsun, bilmiyoruz olanları. Sen balık olduğunun farkında değilsin artık. Ayağının altında bir zemin dönmekte ve konuşup duruyorsun. Aslında hep konuşuyoruz. İnsanız ya bildiğimizi sanıyoruz, bilmiyoruz balık. Sen o kağıda küçük çizgilerle bir balık çizip maviye boyadığında da bilmiyorduk, şimdi de. Biz eskiden her şeye gülerdik öyle değil mi? Tren geçerdi gülerdik, yağmur yağdığında, kitaba su döktüğümüzde, müzik dinlediğimizde hep gülerdik. Söyle bana aklındakini! Kaçırdığımı biliyorum, sen bilmesen de biz hep sustuk aslında. Neyi söyledik ki birbirimize? Uzağa giderken, kalırken de hep birbirimizde aradık suçu. Şimdi ne olur sus da, gideyim ben. Kalmak neyi değiştirir ki? Hem gitmektir yaşamak, sen öyle derdin.

-Ne geçti biliyor musun? Bilmesen de olur. Hani balık ve kurbağa olmak. Eskiden sokakta yürürken bile yapardık bunu. Büyüdük mü ki?

-Kafamı suyun içine daldırıp onaaa kadar sayıyorum.
-Ben de önümdeki koskocaman yaprağın üstüne atlıyorum. Burası hep sazlık.
-Bana da saz toplar mısın?
-Sen denizanasıyla arkadaş olursan toplarım.
-Anlaştık sevgili kurbağa.
-Ben bataklıktan dönünce yemek hazır olsun.
-Yosun getirmeyi unutma, bir de yerleri yeşile boyamadan gel bu sefer.
-Sen de kum getir bugün balık. Merdivenleri düzeltmemiz gerek.

-Bunlar eskidi mi, bazen dönüp arkama bakıyorum da, çocukluk aslında orada olduğu gibi güzel. Belki de sen haklısın. Geçmişte ne arıyorum ki, biz burada şimdi’den bahsetmeliyiz. Ayrıca şimdi aynı karede olsak yani dönsek çocukluğumuza, biz şimdi, aynı biz olabilir miyiz? Aynı şekilde mi kaldık sanki? Senin dertlerin büyüdü, benim gözlerim yorgun. Eskiden gözlüğüm yoktu değil mi kurbağa? Sesin bu kadar güzel değildi hem senin. Sonra uzak değildi bakışların, şimdi de muzip ama, değişti, değişenin ne olduğunu bilmiyorum. Sen güzel resim yapamıyorsun hala ama.

-Balık olma hayalin uzak değildi, sen kafanı soktuğunda suyun içine kendini balık sanırdın. Değişen ne ki balık, hep aynı şarkıdayız aslında. Konuşsak da hep sustuk biz. Diyorum ya sana yanında susarken bile durabildiğim tek insansın. Balık biz insan olmayalım. Konuşmayı bırakıp susalım balık, sen büyü, deniz ol, büyüsün gözlerin balık. Konuşmayı bırakıp susalım balık. Son susma vaktidir bu.

Tanrı

kangren şehirlerden
kaçış
kendinden kaçış değildir
şehirler eskitirsin boşuna..
saklanmaya çalıştığın renkli bilyelerini koyduğun
sıkıca kapanmış kavanoza
ne kaldırımlar sığdırabilirsin ne de salıncaklar
sadece savaş anılarını dinlemekten sıkıldığın
kertenkeleler öldürürsün rüyalarında
nuh'un gemisine alınmamış,
anlamaya başlamışsındır artık herşeyi
ve anlamakbir zamanlar
olmak istediğin
kişi olamadığını
anlamaya başlamaktır
kaygılandırır seni anlamak
sefil kırlangıçların sokakları
kaplayan piramitlerin
üzerine düşmüş yıldızlarda adını bilmedikleri şarkıların sadece
nakaratlarını söylemesi gibi...
vazgeçersin
anlamış olmaktan...
gökyüzüne aldanıp
maviye sığınmaya çalışırsın
ama
belki de
tanrı
kırmızı!

şehirler eskittin boşuna...

Özlem Korucu'ya ithafen.

17 Ekim 2007 Çarşamba

işgal

kaldırımlarda
çığlıklar yatar,
bileklerinden
kan damlar
yıldızların geceleri,
yeni savaşlar
çıkarmaya gerek yok
kurtarmaya yeterliydi
bir ülkeyi
gözlerin

12 Ekim 2007 Cuma

Bayram tebriği

Doris Lessing'ten Floş Royal!

Hayatı Meydan Okumakla Geçen Doris Lessing Son 10 Yılda Edebiyat Nobel’ini Alan Tek Kadın Yazar Oldu.
İsterseniz yanlış düşünün, ama her durumda kendi kafanızla düşünün. (Doris Lessing)

Dorris Lessing ya da gerçek adıyla Doris May Tayler İran-Kirmanşah’ta 22 Ekim 1919’da dünyaya geldi. Hayatının ilk altı yılını Tahran’da sert Fransız dadılarla birlikte bir İngiliz kreşinde geçirdi. Lessing’in anne ve babası da Britanyalıydı; babası 1. Dünya Savaşı’nda sakatlanmış, İran Kraliyet Bankası’nda memur olarak çalışmakta; annesiyse hemşireydi. 1925 yılında Tayler ailesi Güney Rodezya’ya (Zimbabwe) taşındı. Yerleştikleri yerde, siyahlar penceresiz evlerde oturuyor, ülkeye yerleşmiş beyazlarsa pencerelerini un çuvallarıyla örtüyordu, bu kara coğrafyada Tayler ailesinin pencereleri ise Liberty perdelerle kapanıyordu. Ayrıca annesinin İngiliz Aristokrasisine öykünen tarafı, evi süsleyen kırmızı ciltli klasikler ve İran halılarıyla belli olmaktaydı. Doris’in annesi, Katolik olmadıkları halde kendisinin sıkı bir eğitimden geçirtmek isteyerek bir Katolik okuluna gönderdi. Fakat uzun sürmedi bu başlangıçta sürekli günahkâr olduklarını yineleyen ve Tanrının başlarına geçirdikleri örtünün dahi altına girdiğini söyleyen rahibelerle dolu okuldan on üç yaşındaki Doris, başarısızlığı sebebiyle ayrıldı. Belki de bu, yazarlık geleceğinin önünü açmıştır. Çünkü belki de o “başarılı” sıfatını istemiyor, öyküler ve şiirler yazmakla yaşıyordu. Okulu bırakmakla kendisini rezil ettiğini söyleyen annesinin “Peki ya şimdi ne yapacaksın?” sorularının ardı arkası kesilmiyordu. Doris’in tek bildiği mutsuz suratlara sahip annesi ve babasına benzemeyecekti. Londra’dan kitaplar sipariş etti. Okudu sürekli okudu. Bir yandan da babasının 1. Dünya Savaşı öykülemelerini dinliyordu. Bu iki etken edebi zeminini hazırlıyordu Lessing’in. On beş yaşına geldiğinde evde daha fazla kalmayacağına kara verdi. Evi terk ettikten sonra kendisini tezgâhtarlık, au-pairlik, sekreterlik ve hemşirelik yapacağı zor günler bekliyordu. Ailesinin karşı tavrına rağmen hemşire olarak çalıştığı mekânın yöneticisi kendisine politik ve sosyolojik kitaplar tavsiye ederek Lessing’in dünya görüşüne katkı sağladı. Ayrık yazma vakti yaklaşıyordu. İlk eseri telif hakkı da aldığı Güney Afrika’da yayınlanan bir dergide çıktı. Düşünceleri gün geçtikçe yoğunlaşan Doris Lessing, “Bir kadının evlenmesi ve çocuk sahibi olması onun için ulaşılacak yeterli şeydir.” Toplumsal yargısından da oldukça rahatsızdı. Bu arada ilk evliliğini yapacağı devlet memuru Frank Wisdom’a âşık oldu. On dokuz yaşında evlendiği Wisdom’dan iki çocuğu oldu. Fakat daha sonraları bir “aşk stajı” olarak tanımladığı bu evliliği oğlunu da alarak sonlandırdı. Kocasını ve Rodezya’yı terk ettikten sonra Salisbury’e yerleşti. Solcu bir kitap kulübüne girdi. İngiltere’ye gelişinden kısa bir süre sonra, küçük bir kasabada yaşayıp da dışlanan bir kadının öyküsünü anlattığı “the Grass is Singing”i yazdı ve büyük bir ilgi topladı. Kalbinin kapısını ikinci defa çalan aşk, göçmen bir Alman Yahudisi olan Gottfried Lessing ile evlendirdi Doris’i. Özel mülkiyeti reddeden bir komün içinde yaşamayı seçen kadınlar ve erkekler birbirlerine ait değildi, ait olamazlardı. Böylelikle “her kadının mutlaka bir kez yaşaması gereken” yeni aşk serüvenlerine girdi, hiç çekinmedi. Vücuduna göre büyük gelen yırtık kazağı ve kot pantolonuyla ucuz kafelerde komünist gazeteler sattı. Edebiyttan pek de hoşlanmayan bir erkekle birlikteliğin beraberinde yalnız kalamamanın verdiği rahatsızlıkla yazmaya vakit ayıramıyordu. Ve ikinci evliliği de hiçbir zaman gerçekten bir KGB üyesi olup olmadığını bilemediği Lessing’in ölümüyle sona erdi. Komünizmi bırakırken kendisini istenmeyen ilan edenlere psikologların “bütün inançlar er ya da geç dine dönüştükleri” tespitini hatırlatacaktı ve hiçbir zaman yaşadıklarından pişman olmayacaktı. 1960’da “ the Golden Notebook” kitabıyla öne çıktı. Feminizmin getirdiği özgürlük rüzgârına inanmış ve hayal ettiği dünyayı getirebileceğini umut etmişti. Kitabının başarısını kadınsılıktan uzak kadın kızgınlığı ile eleştirenlere, “Bu davranışı erkekler gösterdiğinde ödüllendiriliyor, kadınlar gösterdiğinde ise nörotik nefret edilen kişiler olarak suçlanıyor.” Diyerek cevap veriyordu. Kitaplarını 1970’lerde mistizmle, 1980’lerde ise kozmik fanteziyle işledi. Sufi mistizm de etkilendiği başka bir akımdı. Britanya İşçi Partisi Lideri ve Britanya başbakanı Tony Blair, Lessing’e danışmadan ismini Kraliçe tarafından asil ilan edilebilecek listeye ekledi. Lakin, Doris Lessing buna tepki göstererek kendisine verilen “dame” unvanını kabul etmedi. Şimdi 87 yaşında olan Doris Lessing, 2005 yılındaki Harold Pinter’dan sonra Nobel edebiyat ödülünü kazanan ikinci İngiliz yazar oldu. Lessing Avrupa’daki tüm ödülleri kazandığını hatırlatarak poker oyununa gönderme yaptı ve “ Hepsini kazanmaktan sevinçliyim, tümünü… Bu, floş royal.” dedi. 2007 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanarak bu ödüle ulaşan 11. bayan yazar olan Lessing, “kadın hareketini destansı bir dille anlatan yazar” olarak nitelendirildi.

11 Ekim 2007 Perşembe

Titrek Şarap Dalgaları...



Akşamdan geceye kalan, bulutların gözyaşlarıydı sokakta.

Başını eğdi, solmuş renklerin hakimiyetindeki bir sonbahara daha. Öylece bakmayı tercih etti boş sokaklara. Dizlerini kendine çekip başını cama dayayarak umursamazca davranıyormuş gibi gözükmek, sırf kendi dünyasının içinde kendi için dönüp durmak istedi.

"Benden ötedeler..."

Ağız kısmı kırılmış bir kadehi elinde çevirirken dudaklarını ısırdı. Böyle bir şeydi işte kırık bir kadeh olmak! İçindeki bir kaç damla kırmızı şarap, içinde amaçsızca dönüp dolaşan kan...

"Bir çizgi daha... Gözlerime bak!"

Karakalem kağıtta gitgellerle onu oluşturuyordu. Gözlerine bakmadı. Karşısında titreyen elleri hissetmeyi tercih etti sadece. Bir titrek yüz oluşuverdi kağıtta. Kendisine benzetemedi pek, kendisi daha çirkindi.

"Gözlerim lacivert oluyormuş güneşte, öyle diyorlar. Sence?"

Güneş vurmuyor ki bize, diyecek oldu. Üstelemedi. Lacivertin hüküm sürmediği gözlere baktı donuk bakışlarla. Yüzündeki titrek çizgiler dalgalanmaya başladı. Saçlarını mı savurmakta bu yetenek yoksa...

"Ne zaman bırakacaksın söyle!"

Esrarlı bir mor vurdu pencereye, donuk bakışları alıp götüren, titrek ellerin gözlerine lacivert bahşeden. Bir esaretin altında ezilmekte o eller ve gözler, yiyip bitirmekte tüm çizeceklerini ve göreceklerini. Ölüm zamanı yaklaşıyor esir olarak varolduğu sürece. Bıkmış, tükenmişti...

Kalemi istemsizce elinden bıraktı. Loş odada kendi halinde yuvarlanmaya başlayan kalem kapı dibinde durdu. Ellerinin titremesi artmış, yüz mimiklerine hakim olamıyordu. Başı duvara yaslandı, yere çöktü. Elindeki dalgalı saçlı kızın potresini ona doğru tuttu.

"Sen daha güzelsin... Çizmeyi bıraka..."

Kadehlerin içindeki kadehler dağıldı. Kadeh içindeki şarabı kustu. Kız kendinden geçermişçesine ağlamaya başladı. Dakikalarca sinir krizi geçirir gibi ağladı, kendisini yırtarcasına. İçinde dolup taşan ne varsa hepsi için, titrek ellerin yaşaması için ağladı. Yüzyıllar boyunca o titreyen eller için bir heykel gibi durabilirdi, esrarın perdelediği bu inanılmaz aşkı için ağladı.

"Ne hakkında konuştuğumu biliyorsun! Çizmekten bahseden kim? Böyle olmamalı, böyle bitmemeli yaşam! Seni pembe rüyalar içinde sürükleyen beyaz, beni ve bizi mahveden bir siyah şeytan aslında o!"

Eli kolu yana düştü. Bir titrek cevapsız gölge odadan sıyrılıp geçti. Kalem duvar dibine doğru yuvarlanmaya başladı, önünde bir susam tanesi taşıyan karıncayı ezmeden durdu.

Sokak lambalarının cılız ışıkları altından bir insan geçti, dalgalı saçları düşünerek yolunu bilmeden tekleyerek ıslak kaldırımları eze eze yürüdü. Bir çift donuk ve yaşla dolu bakış mor pencerede ölümüne ağladı.

1 Ekim 2007 Pazartesi

Elsiz Balık


Düşünceni her yerde bırakabilirsin, öylece bir kaldırım taşına, ölü bir kedinin patisine, neden yaşadığından bihaber olduğunu düşündüğün kimsenin gözlerine...

Bu gün seni bıraktım ama adres veremeyeceğim. Unutmak deme buna, unutamam seni, biliyorsun. Ben seninle yoğruldum. Bir biçim var maddenin bende vuku bulduğu, bir ben varım senle olan dünyevi bir boyuttan çok öte bir yerlerde...

Konuşurken de ağlarken de gülerken de ben yokum aslında, biliyorsun. Bilen hep sensin. Bense bir tepkiyim. Tepkiler hep elle tutulur gözyaşı gibi; duyulur kahkaha ve ses gibi. Sen hepsinden ötesin. Birikimdesin.

Bıraktım. Sessizce. Boş...

Dünya gibi dönmek istedim bir an boşlukta. Evreni dolduran esir maddesinin esaretinden kurtulamayacağımın ve bu esarette seni anlayamayacak o kadar çok cismani varlık varken senle yaşanamayacağına karar verdim.

Yazdığı mektubu kayık şeklinde katladı. Bunu ona annesi öğretmişti. Basit bir balıkçı kayığı... Kayıklar... İlkokulda kürsüde ilk okuduğu şiir aklına geldi: "Bandırma Vapuru". Kayıkla vapur arasındaki farkı düşündü. Ahhh... Artık düşünmeyecekti. Acı çekiyordu. Bıraktı başını yastığına. Boş boş bakarken odasının uçuk mavi duvarına birden balıklar geçti. Kocaman gözleri ve yüzgeçleri... Kusabilirdi. Balıklardan nefret ederdi. Çünkü onların elleri yoktu, bu ona korkunç geliyordu. Elsiz balıklar ve... Ve insanlar! İnsanların elleri vardı da ne oluyordu sanki.

Birileri daha şiir okusa, birileri daha resim yapsa belki böyle olmazdı.

Cumartesi

Hissetmekten vazgeçeli nicedir?
Kimdi özlediğim?
Zaman ne zamandır bu kadar umarsız?
Saatimin kumları almış başını gitmiş.
Koşmayalı ne kadar olmuş?
Nefes nefese kalmayalı?
Ne zamandır sorular soruyorum kendime?
Ve cevap veriyorum, deli gibi
Kendi kendime…

Ağlamak bile ne kadar da zor olmuş
Karanlığa alışan gözlerim için
Gülmekse ne kadar da kolay
Yalanlar şekillendiren dudaklarım için.
En son kime gösterdim kendi doğrularımı?
En son ne zaman bir hayattan dışlandım?
Kim çatlattı kabuğumu?
Kim kırdı?
—Umarsızca

Hissetmekten vazgeçeli nicedir?
İçime işlemiş soğukla yaşamayı öğrendiğim gün?
Ne zamandır?
Sesler sessiz,
Renkler renksiz.

29 Eylül 2007 Cumartesi

Salıncak

Hangi kelime eksik kaldı bilinmez, ama cümlem bir hiçi anlatmaya meraklı başladı konuşmaya. Kaçan yoktu elbet, duvarın dibinde oturmuş, kahverengi bir zamanı bekliyordum. Yaramaz bir çocuğun koyu pembe kaleminden çıkmış çizgileri, duvarın buraya ait olmadığının ispatıydı. Duvar oradaydı, ben de içinde, ya da dışında bilinmez.

Arası.

Yanımda bir salıncak. Önümde bir çocuk. Kaçmalı mı, beklemeli mi diye düşünmeye dalmışken gözüme takılıyor, çocuğun yanlış bağlanmış ayakkabıları. Küçükken terlikleri ters giyerek başlar insan isyan etmeye aslında. Kalın çerçeveli gözlüklerimi burnuma doğru itip konuşmak istiyorum onunla. Saçları kızıl çocuğun. Bir oyuncu edasıyla süzülüp salıncağa doğru ilerliyor çocuk. Salıncak kırmızı olmalı ya da yeşil. Hatırlamıyorum.


Yaşlı adam elindeki testiden yavaşça döküyor suyu, pencere kenarındaki çiçeklerine. Çiçekler ılık bir Türk filmi havasında; menekşe mor, sardunya sarı. Koyulaşıyor renkler ihtiyarın gözünde. Ağır aksak yaklaşıyor karısı arkasından. Perdenin islenmiş kısmına gözü takılıyor kadının, elinde ufaktan bir bez, titiz olmalı kadın. Balkonun penceresinden aşağı takılıyor bakışları adam ve kadının. Sokak sessiz.


Ürkek bir yazar son yazısını yine kendi ismi olmayan bir isimle gazeteye hazırlarken, arkada eskilerden kalma bir şarkı çalıyor. “I follow the Moskva” diye başladığında şarkı, arkasına dönüyor adam, belki bir plak, belki biraz toz, yaşlanıyor ancak zaman. Masanın üstündeki şampanya kadehine bakıp devam ediyor yazmaya. İçkinin yasak olduğu bünyelere bir görüntü bile yetebiliyor bazen. Sandalyesinde rahatsızca oturup devam ediyor yazmaya, bitirmeli, yarına yetişmeli ‘son’. Köşesinde bir veda hazırlıyor okuyucularına. Karanlık çöküyor pencerenin ardındaki sokağa. Bugün de geceliyor ismi saklı yazarın düşünceleri.


Ortalıkta bir duvar. Beyazdan, üstünde bilinmedik duraklar. Bu sokak hangi kaçmazları taşımıştır ki bunca yıldır? Cümleler devrik ve ağır. Anlatınca hikayesini kahverengi zamanın, biraz susmak gerekir ardından.


-Kestaneleri kışın sobanın üstüne koyup ısıtırdık.
-Ben de battaniyemi alıp otururdum sobanın önüne.
-Şimdi kestane yiyemeyiz mi dede?
-Neden çocuk, yeriz tabii.
-Sobamız yok bizim ama.

Yarın. Saçlarından tutup çekti çocuk onu. “Tek kalan çocuklar, dayak yemeye daha okul sıralarında alışmalıdır”ı uyguluyordu arkadaşı. Hata yoktu. Yavaşça seken adımlarıyla eve dönerken, pamuk şeker hayallerini yanından geçtiği parkta bırakıyor çocuk. Saçları kızıl. Eve vardığında çantasını hızla bırakıp yere, dedesinin yanına koşuyor çocuk. Şikayet mi, büyük olmak susmakla başlar. Yaşlı adam çocuğun geldiğini gördüğünde, yavaşça gözlüklerini indirip gülümsüyor torununa. Çocuğa yanındaki sehpanın üzerindeki tabaktan bir kestane uzatıyor.

-Kestane bu çocuk.
-Duvar olmaya karar verdim dede.

Ak saçlı adam şaşkınlıkla çeviriyor suratını. Kestaneyi küçük elleri arasına almış çocuk sessiz. Neden duvar diye sormamalı, gözlerini kırpıyor çocuk, biraz hüzünlü sanki.

-Peki ne renk olacak bu duvar, çocuğum?
-Parkın çevresindeki alçak duvar, hani salıncağın karşısında olan, onun gibi bir duvar olmak istiyorum.


Kadın, elinde tepsiyle salona girdiğinde, dedeyle toruna bakıp gülümsüyor. Yaşlanmış olmalı elleri. Bir tabakta çorba var, büyümeli çocuk. Sonra.

-Duvarlar beyaz olur değil mi dede? Ama ben mavi de olabilirim. Ben yazar olmayacağım ama babam gibi.


Gözlüklerini sehpaya bırakıp hüzünle çocuğa bakıyor ihtiyar. Torunun izlerinde oğlunu buluyor. Yavaşça çekiyor içindeki boşluğa kendini. Susuyor. Bazen büyükler konuşmaz, konuşamaz aslında.

-Çocuk kestane yiyelim biz, sen de duvar ol.
İhtiyar yaramaz bir bakışla gülümsüyor torununa. Çocuk baba’sını gömüyor çıkardığı yere, dedesine yeni çıkmış dişleriyle gülüp, kestaneyi ağzına atıyor ardından.


Öncesi


Çok da yok gecenin bitmesine. Saat zaman olup geçince öyle arsızca, hiçbir şey anlamaz yaşamdan zaten insan. Önündeki fotoğrafta bir bebek; yasağın ilk ispatını verdiğinden habersiz. Biri beyaza sığınmış gelin, biri siyahlara bürünmüş damat. Yüzükleri iki yıl öncesinden değil, bir gün öncesinden takılma. Ve altın değil. Adam mutlu, gelin renkli, bebek masum. Yazar fotoğrafı ters çevirip devam ediyor yazmaya. Fotoğraftaki adam değil artık o. Zaten beyazlardaki kadın da, orada o duvarın çok gerisinde. Bebek büyümeye çalışan bir çocuk şimdi dedesinin yanında.


“Bazen ölmeye her şey bitmişken başlarız. Arkamızda bırakacakları düşünmeden değil, hatırlayarak gireriz ölümün içine. Şimdi burada arkama yaslanmış düşünürken ölümü, ne kadar sahte ve basit yaşamak. Gitmek için nedenim yok. Belki kalabilirim. Ama gitmeliyim.” deyip bitiriyor köşesindeki son yazısını yazar. Altına kalın harflerle ismini yazıyor ardından gerçek olanı. Gazeteye yolladıktan sonra yazısını, kapıyı kapatıp karanlığa alışmaya çalışıyor. Oysa ne kadar uzaktır siyahlar ona. Elini istemsiz yahut istemli masaya uzatıp, beynine dayıyor tabancayı. Ölmek. Tek. Ses.


Arkamda sokak. Havaya kaldırıp ellerimi, bir bulut çiziyorum. Bulut yok. Önümde duvar. Beyazdan rengini kaybetmiş, yaramaz ellerle kirlenmiş alçaktan bir duvar. Bir bankın üstünde oturuyorum. Karşımda salıncak. Kırmızı. Çocuğun salıncağa dokunuyor kestane tutmayan eli.


Duvarın diğer yanına geçmeli mi çocuk,
kırmızıda unutmalı mı salıncağı,
büyümeli mi tez elden?


29.09.2007 17:16:22

28 Eylül 2007 Cuma

Derin Derim ki;

Kafamı vurdum yattım. Hayat zor bazen ya… Her zaman eğlenemiyorsun yani. Yani dağıtamıyorsun kimi zaman kendini. Doğru olmak da yanlış olmak da zor hani ayırt edemiyorsun yaptıklarını, sezdiklerini… Zor lafını da hiç sevmem ya, kaçışın temsili gelir bana. Ne kovalamak olmalı ne kaçmak, öyle bir hayat felsefesinde hüküm sürmeli ki vicdan rahat uyumalı vurup kafayı yatınca.

Bir de hayal kurmalı, her felsefenin gerekliliği. Üç parmaklı kurbağalarla oturup kahve içmeli çikolata bahçelerinde. Sucuk ağacı ormanında yaşayan büyük teyzeyi her hafta ziyaret etmeli. Hiç yorulmamalı beden, ruhun kurgusundan geride kalmamalı. Birikmeli bir hayalde, biriktirmeli hayalleri, ne de olsa birisine verilir bir gün gerçeklik geçerliliğin diploması.


Bir M harfi kadar zikzak doldurabilir yaşam bana. Sağa bakış atıp bir fizik problemine epsilon olma isteği yatabilir mesela M’de. Derin’e rağmen bir W olma riskini de göze alabilir M. W’ya tanınan dört günlük sabır zamanını doldurup sola da bakabilir. Solda bir mana katamayınca kendine, ayaklarını tekrar yere de basabilir. Bu atılımların hepsi dört köşe olmak için bir yoldur aslında M'ye .


Etrafında tüm dünya esnerken bırakabilirsin kendini yatağına. Uzaktasın dertlerden uzakta. Dışarıdaki kargaşanın dışındasın, yatağının içinde saklanmışsın. Hiç kimse seni göremez, bunu düşünerek tüm sorumluluklarından sıyrılıp yorgana sığınmak ve başını omuzlarının içine çekmek, işte huzur. Eğer dışarıdaki hizmetlerinde yarım bıraktığın bir imzan da yoksa yatağın da diken gibi batmaz. O an sadece seni çevreleyen duvarların sonsuz bir yeşil ovayı temsil ettiğini düşünebilirsin hani XP programının standart masaüstlerinden ‘manzara’daki gibi, deniz sevenler için ‘azur mavisi’ de diyebiliriz, fark etmez… Bir gün olur da cennetle mükâfatlandırılacak olursan, bunu “cennette isteyeceklerimin defteri”ne kaydedebiliriz. İşte böyle böyle yaşanır hayat…


Bir müziğin içinde kaybolmaktayım. Yorganın altına sığınmanın yetmediğinin sinyali belki de bu. Yüzlerce kez dinlediğim bir sonbahar şarkısının kafamda bir mp3 mekanizması oluşturmuş hissine kapıldım. Hayır, söyleyen ben değilim. Adrian söylüyor ben eşlik ediyorum, kimse duymamalı. Sonbaharı temsilen bir de yağmur yağsa, yağmur tanelerinin bazıları cama vurarak süzülüp pencere pervazında gözden kaybolsa… İşte böyle böyle fark ediyorum yaşadığımı.

Her şekilde M.

27 Eylül 2007 Perşembe

Tersten Zaman

Ruto ev ınıda elyös!

Orada olmaması gerekiyordu. Bir çizgi vardı yerde, muhtemelen işini bilmeyen bir ustanın beceriksiz elleri tarafından yanlışlıkla çizilmiş. Nasıl bir yerdi orası bilinmez. Oranın bir yer olduğu konusunda da şüphelerim var zaten. Bir zaman da olabilir elbet. İlginç olmaktan da öte, bir resim gibi sırıtıyordu nesneler. Sanırım bilincim dışında var olan bir oyundu bu. Böyle düşünmeye çalıştıkça ya da düşündükçe delirdiğimi hissettim. Halının yerde durması gerektiğini düşünen beynim, zemindeki lambayı görünce tüm aklımı alarak uçup gitti. İçinde su dönen bir raf ters durmuş, akıllıca (nesnelerin akıllıca olması çok ilginç biliyorum) bana bakıyordu. Raftaki kitapların nasıl ıslanmadığına değil de, ters dizilişlerine takmış olmamı hâlâ anlayamıyorum. Ben bunları düşünürken ses beni hatırlamış gibi yeniden tekrarladı:



***

"Ruto ev ınıda elyös!"



***

Garipsemedim. O an sesin ne dediğini anlayıp anlamadığımı hatırlamıyorum. Sessizce arkamda ters duran kadife koltuğa oturdum. Koltuğun rahatsız edici tarafında iki büklüm otururken çevreme bakındım. Düz bakışta renklerin tüm mesafeyi kat edip gözümün önüne geldiğini fark ettim. Ortada duran masa tartışmasız gördüğüm en büyük masaydı. Yeşile kaçan renginin maviye döndüğü aralıklarda; belli belirsiz çizgiler, yorulmuş noktalar ve sanırım kafayı yememe neden olan anlamsız harfler, bitmemiş ünlemler vardı. Garipsemedim derken yanılıyordum belki de. Ses’in beni unutup unutmadığını hatırlamıyorum. Kadife koltuğun sallandığını fark ettikten iki dakika üç saniye sonra ses’e cevap vermem gerektiğini anladım. Önceden dediğim gibi ses’i anlamıyordum, ama sanırım içime ben bilmeden bir şey yerleştirilmişti de, ben daha sesi anlamadan, kendiliğinden cevap veriyordu ona. O an ismimi bilmediğimi ya da unuttuğumu fark ettim. Hazır ol’a geçmiş bir asker gibi önümde gittikçe yamulan zeminin üzerinde dimdik ayağa kalktım. Gözlerim zemindeyken ayakkabılarımın ikisinin aynı olmadığını fark ettim. Ayrıntılar gittikçe yanılsamalarımda tersleşiyordu.



***

Adım aklıma gelmedi, bir yerde bırakmış olmalıydım adımı. “Gölge” dedim bildiğim harfleri birleştirerek. İçimden bir kez daha söyledim Gölge diye. Tekrarlayınca kelimeyi anlamsız bir isme dönüştü. İsmim ‘Gölge’ olmuştu, olabilirdi, fark eder miydi? Hiçbir isme ait olmamaktan daha iyiydi. Bundan daha iyi olan da sesin beni unutmasıydı. Bu sefer ortadaki masanın bir sandalyesine yerleşip masadaki kitapları izlemeye koyuldum. Kitaplar da anlamadığım bir dilde– ki böyle bir dil olduğuna hâlâ inanmam- yazılmıştı ve kapak olarak düşünülmüş sayfa hep sondaydı. Kitapların yanındaki defterler tersten basılmış, rengarenk kalemlerin kapakları açık olarak bırakılmış masanın üstünde duruyordu. Sanırım yanılmıyordum, tersten başlıyordum.




****

Orada durmaması gerekiyordu. Ses odadaki – belki oda denilemeyecek kadar geniş bir yerdi- yüksek bir dolabın üstünde oturmuş bana bakıyordu. Sesi nasıl gördüğümü düşünemeyecek kadar karışıktı kafam, ama hafızam sesin kararlı bir ifadeyle oturduğunu çok iyi anımsıyor. Sonrasında gözüm yavaş yavaş alışmaya çalıştığım odanın duvarlarına takıldı. Sayısız ayna ve tablonun kapladığı duvar, koyu bir maviye boyanmıştı. Aynada gözükmeyen görüntüme takılmadan tabloları izledim, tablolar biten bir resimden devam ediyor, her bir resim farklı bir yeri, farklı bir mevsimi, ancak aynı saniyeyi resmediyordu. Sonrasında resimler gittikçe büyüdü gözümde. Işık günün en keskin sarısıyla gözümü kamaştırdığında fark ettim. Yavaşça kendi etrafımda dönerek tüm tabloları keşfettiğimde, garip bir yanılsamayla göremediğim resim önümdeydi. Tekti ve burası her neyse bir oda ya da zaman, onun usta bir elden çıkmış resmiydi. Masanın yanında gözlerini kocaman açmış, kırmızı hırkasını tersten giymiş, ayakkabıları farklı, uzun saçlı biri duruyordu resimde. Duvardaki aynaya baktım, göz göze geldim suretimle, bendim. Resimdeki de, aynadaki de. Sehpadaki saatin tersten ilerlediğini fark ettim o anda. Elimi uzatıp saati düzelttim. Renkler düzeldi ve kayboldu resim. Uyandım.



27.09.2007 18:35:26

26 Eylül 2007 Çarşamba

ondört ayyüzü

satır aralarını okudum gün boyunca
her birini bir boşlukta yatırırcasına

siliyoruz umutlu ne var ne yok hayattan
halbuki bir umut ağır kanı hızlandıran

bir mana arayışı yaşam bilinmezlikte
maddelerin özünde yakınlarda bir yerde

mananın bedeni yok insanların umudu
hayat umutla manayı aradıkça dolu

23 Eylül 2007 Pazar

Korku Geçidi

geçitlerin ara sokakları siyah
ve tozlu bir bahar bu şehir
tek bir serseri avuç açmış duasında
bir dilenci harap ve kirli
bir çingene kirli saçlarında kırmızı


tünellerin arka adımları beyaz
ve korku sandıktan çıkar gibi taze
el değmemiş renginde çadır kuran
bir testi ses.
Ses yok.


Uykuların olmadık saatleri yeşil
Soluklarında bedenler kirli
Dilin ses,
Suskunluk kavgası bu.
Rengine sevdalı bir şehirsin sen istanbul.


Kaçışların eksik yolları mavi
Dünyanın kolunda zaman
Saatler dönmekte
Tekrarların suskunluğu zor
ve suskun bir şehir bu
Esrik adımlarında kaybolmuş
ve sokak kavgalarına yenik
bir renk
istanbul`un susuşları kırmızı.


23.09.2007 00:57:33

22 Eylül 2007 Cumartesi

Fantastik Kurgu Edebiyatına Dair


Çoğu insana yabancı olan, bir çoğuna çocukça gelen, geri kalan insanlara ise gözle görülenin ötesinde kapılar açan fantastik kurgu edebiyatının temellerinden başlamak lazım sanırım anlatmaya.
Fantastik kurgu kavramını bir millete ya da bir kültüre atfetmek tamamen yanlıştır, belki de dünyanın en eski edebi türü olan fantastik kurgu edebiyatı insanların söylediklerini yazmalarıyla birlikte edebi bir kavram olarak önümüze -daha doğurusu atalarımızın önüne- gelmiştir. Her kültürün kendi efsanelerine bakacak olursanız "fantastik" (hayal ürünü diyelim) öğeler taşıdıklarını görebilirsiniz. Her kültür tarihlerini gerek daha yüce göstermek uğruna, gerekse bazı şeyleri anlatmanın "masalsı" yollarla daha mümkün olduğunu anlamalarıyla birlikte bu türün öğelerini oluşturacak olan temel eserleri ortaya koymuşlardır.
Türklerin Orta Asya'da yaşadıkları hayatı, yaşam tarzlarını gözler önüne seren destanlar, kuzey mitleri, orta çağ hikayeleri, kızıl derili efsaneleri, japon ve çin tarihçeleri bir çok fantastik öğe taşımaktadır ve günümüz yazınının kaynaklarını oluşturmaktadırlar. Fakat bunlardan destanlar, söylenceler, efsaneler olarak söz edilir.
Tam anlamıyla Fantastik Kurgu edebiyatının masallardan, efsanelerden ayrıldığı noktada J.R.R Tolkien ve onun en büyük ve sarsıcı eseri Yüzüklerin Efendisi (The Lord of the Rings) vardır.
Tolkien bir dil dehasıdır (Tolkien zamanının en büyük dilbilimcilerindendir), kendi fantastik dünyasında kullanmak üzere diller üretmiştir ve dünya üzerinde kendi dil bilgisi kuralları aksaanları olan tam bir dil olarak kabul görmüş tek "uydurma" dillerdir oluşturdukları. Tolkien'in belki de bir efsane yazarı ya da masalcı olmamasında bu dil becerisi yatar. Oluşturduğu dillerle eserlerini bu dünyadan ayırmıştır.
Tolkien'in hikayeleri, kitapları zamanı için tam bir muammadır, edebiyatçılar onun tam olarak ne yaptığını anlayamamış, onu tüm saygınlığını ayaklar altına alıp masallar yazdığı için küçük görme noktasına gitmişlerdir. Bazıları ise yazdığı hikayeleri zamanın koşullarıyla harmanlayıp Tolkien'in mükemmel bir alegori eseri ortaya koyduğunu iddia etmişlerdir. İkisi de yanlıştır ve fantastik kurgu edebiyatının günümüzde dahi yanlış anlaşılmasının temelinde bu iki kutup yatar. Fantastik Kurgu edebiyatı ne masalcıların, hayalperestlerin saçmalıklarında ibarettir, ne de çok yetenekli yazarların fikirlerini gizlediği alegorik yapıtlardan.
Fantastik Kurgu eserleri farklı bir dünyadan bahseder temelde, bu dünyalarda yaşananları, karakterlerin hayatlarını yaptıklarını anlatırlar. Bir bakıma olmayan dünyaların tarihçeleridir Fantastik Kurgu eserleri. Bunun sonucu olarak bir ayna gibi bizi bize gösterirler. Gördüklerimiz bir aynadaki görüntüler kadar da gerçektir. Sorun da burada başlar, aynada kendimizi görürüz fakat gördüklerimiz sanaldır aslında.
Bu çelişki türün belasıdır, asla kendisini açıklayamaz, "gri"nin kabul görmediği günümüzde fantastik kurgu eserleri siyah ve beyazın kafasını karıştırır. Kafası karışan her şey gibi siyah ve beyaz da korkar, onlara göre ya fantastik kurgu edebiyatı kendisini açıklamalıdır ya da yok olmalıdır. Ama bilmedikleri bir gerçek vardır ki fantastik kurgu edebiyatı asla kendisini açıklama çabası içerisine girmemiştir. Onun için kavga edenlere, onu aşağılayanlara ya da gereksizce övenlere pis pis sırıtır. Basittir ve basit olan her şey gibi neşelidir, kimi zaman hüzünlü meyveleri olsa da.

Kovuktakilere selamlar.

21 Eylül 2007 Cuma

Yine

Günaydın gece, ne zamandır yoktum burada? Ben de bilmiyorum açıkçası.
Öyle, özel bir nedenle bir yerlere gitmiş falan da değildim. Sorunlarım da yoktu açıkçası. Sadece boşladım zamanı sanırım...
Aradan geçen bunca günden sonra aklıma birden bir şeyler yazmak geldi. Paldır küldür gelip sakin bir ortamı biraz telaşe etmek istedim. Aklıma hiç bir şey gelmeyen boş zamanlardan sonra hala aklıma bir şey gelmiyor ama yazma ihtiyacı hissetmeye başladım tekrar.
Sanırım bunun havalarla da ilgisi var. Islandığımda ya da üşüdüğümde kalemler ve saman kağıtları daha çekici geliyor.
Neyse neden ve nasıl yazdığım değil de ne yazdığım önemli sanırım. Tabii kurnaz biri olduğumdan neden ve nasıl yazdığım konusunda yazarak onları önemli kılıyorum. Aslında yazdığım herşeyde aynı mantığa sahibim, yazıyı okuyacakları yoracak oyunlar yaratmayı seviyorum. Ukala yazılar yazmayı da seviyorum, tabii okuyucunun bu ukalaca paragrafları anlayamayacağını düşünecek kadar da megolomanca yazıyorum. Ve tüm bunlardan keyif alıyorum. Umarım havalar böyle gider de ben de tüm bu yaptığım boş işlerden aldığım zevki katlayarak bir şeyler yazmaya devam edebilirim.

Hoşbuldum, siz de hoş geldiniz. Umarım bu yazının girdiği tersten okunan bir bölümümüz vardır.
İyi geceler gece, buradayım artık, ne zamandır olmadığımın bir önemi yok sanırım.

Prestupleniye i Nakazaniye (Suç Ve Ceza) ile Düşünmek...





Ve Pyotr Petrovitch der ki…
Mesela eskiden “Komşunu sev!” derlerdi. Bu ne demekti? Sen paltonu yırtıp yarısını komşuna vereceksin. İşte o zaman, sen de yarı çıplak kalacaksın, komşun da. Bir Rus atasözünün dediği gibi “Hiçbir şeye sahip olmak istemiyorsan, sahip olduklarını paylaş.” Bilim şimdi insanlara her şeyden önce kendisini sevmeyi öğretiyor. Kendini seveceksin. Kendi işlerini yılmadan yapacaksın ve paltonu da hiçbir zaman ikiye bölmeyeceksin. Ekonomik gerçek şunu da ekliyor: Toplumda özel teşebbüs ne kadar iyi organize edilirse, çoğunluğunun menfaati o kadar çok olur. Tabi tam paltoların sayısı çoğalır, ondan. Ha ha ha… Yani ben kendime servet temin ederken herkesin de servet temin etme imkânlarının fazlalaştırmış oluyorum. Böylece komşumun yeni bir palto sahibi olma şansı artıyor. Herhalde yeni bir palto, onun işine yarım bir paltodan daha fazla yarayacaktır. Liberalizm basittir, güzel bir fikirdir ama yıllardır bize ulaşamamıştır. Çünkü yolu idealizm ve semintalizm tarafından kesilmekte idi. Zaten onu anlayabilmek için ince bir zekâya ihtiyaç var…”
*

Nasıl okumalı onu, bilemedim. Ama okudum son cümlesini merak ederek. Kitabı okurken yazarı mı okuruz yoksa sadece kitabı mı okuruz? Okurken sıkıntı çektim. Hem kitabı henüz okumanın verdiği geç kalmışlığın sıkıntısı hem de neyi kimi okuduğumu bilememenin verdiği bir sıkıntı. Yazar yazarken acaba oyun oynayabilir miydi okurlarına, delice mi? Belki de yazarken pis pis sırıtır yazarlar. Her cümlelerin arkasında kendilerinden başka hiç kimsenin anlayamayacağı anlamalar gizlidir ve sevgili okuyucuları onu okurken düşünecekleri düz mantığı hatırlayıp güler belki, belki kahkahalara boğulur, bu da mı delice? Ya yazdığı kahramanlar, onun birleştirdiği kişilikler, onlara biçtiği roller; hepsi aslında onu yazan kişi değil mi? Bir sapkın karakteri yazarken yazar da bu sapkın düşünceleri düşünmüş olmuyor mu?



Ama o sadece yazıyor. Yazarlar hem özgür hem hayalperest olmalıdır.

Neden bilmiyorum, Suç ve Ceza’yı okurken düşündüm böylece belki delice. Ne Dosto’ya biçtiğim sorulardı ne de başka bir yazara. Öylesine düşündüm işte. Caddelerden insanlar geçip giderken, kardeşim ödevine yardım etmemi beklerken, sabırsız bir sürücü kornasına sürekli bir inatla basarken öylesine düşündüm. Birbirlerimizin düşüncelerini, her bir düşünce sahibinin kendi izni olmadan bilemeyeceğimiz düşüncelerimizi, düşündüm. Asıl hazine o sanki, o kadar gizli ve çok.



Düşüncede boğulmak budur, Raskolnikov’u düşünmek herhalde. İçinde sürekli konuşan bir adam dışarıda sessizce her şeyi yüz ifadesiyle anlatan, çevresindekilerden farklı bir adam. Git gide bir iç hesaplaşmaya sürüklenen bir yaşam. O iç hesaplaşmada yazarın içine sıkıştırdığı yaşama dair notlar. Bir tez… İnsanları ikiye ayırıp bir ideal uğruna yapılabilecekleri normal bir yaşantı içinde inanılmaz şeyler. İşte okuyucuyu sürükleyen nokta... En azından beni sürükledi.

“ Ve Raskolnikov der ki…
İnsanlar tabiat kanunları gereğince, umumiyetle iki sınıfa ayrılırlar: aşağı sınıf (alelade insanlar) dediğimiz insanlar ki, biricik ödevleri, kendileri gibi birtakım varlıkların çoğalmasına yarıyacak materyal vazifesi görmekten ibarettir. Bir de kendi çevrelerinde ‘yeni bir söz söylemek’ kabiliyet ve istidadını kendinde gören insanlar...” “Bu birinci grup insanlar daima bugünün; ikinci grup insanlarsa yarının efendileridir.”*

Raskolnikov ile insan kişiliğinin üç kuramı işlemeye başlıyor. Eric Fromm’a göre gerçek ruhsal varlık, id, Raskolnikovu suça itmiş; egoyla suçu işlemiş; kişiliğin ahlaki yönü olan süper egoyla da pişman olup teslim olmuştur.


“ Raskolnikov Sonia’nın kelimelerini hatırladı: Dört yol ağzına ulaş. İnsanların önünde eğil ve toğrağı öp. Çünkü ona karşı günah işledin. Sonra bütün dünyaya katil olduğunu ilan et.”*


* Suç ve Ceza'dan

18 Eylül 2007 Salı

Uyku Nehri

Bölünüyor uykularım en olmadık günlerde. Burada durduk yere karartıyoruz günleri. Eteğine takılıvermiş, kaçıp giden resimlerim. Uzattıkça bitiremediğimiz bir resim bu. Uzadıkça kayboluyor, önümdeki nehir. Nehirlerin yeşil olduğuna dem vurmayacağım şimdi, öyle yaşlıyız ki ve öyle korkak tüm sözcükler içimizde hapsedilmiş.

Bir çingene sanırım, tüm kıvrımlarımda beynimin dans ediyor umarsızca. Eline kim bilir vakitte düşmüş ismini bilmediği, bir çiçek var. Arkasından bağlanmamış saçları. Çingenelerin saçları hep açık ve dalgalı olur. Beynimin içinde dönüp duruyor bağırışlarıyla. Ve hep seslidir çingeneler sokak aralarında.

Çaresiz desenlerinde zeminin, bir çocuk elinde çantası, yer yer kaybolmuş adımlarıyla yavaşça vuruyor ayaklarını. Bir çocuk sallanıyor sanki kafamda, elinde çantası, gözlerini kocaman açmış. Hangi karanlığa dönüşsek sessiz şehirde, bir denk düşmemişlik yineleniyor dilimizde. Biz aynı dili konuşan, suskunlarız aslında.

D ö r t diyorum zaman aralıklarına sıkışmış halimle. Dört zaman daha bekle beni, dakika değil, zaman. Ben beklenilmekten de öte, korkuyorum. Beynimin tüm köşelerinde bir oyun oynuyor düşüncelerim. Bazen oluyor da, kafamı duvara vurmak, parçalamak, kendi ellerimle gömmek istiyorum. Ne yaman çelişki! Hangi çelişki içimizi örmüşse öyle aldırmadan oturuyoruz bulduğumuz boşluğa.

Aynı çizgide kalmıştık oysa. Tüm karmaşasıyla bir kavgaydı kendimle yaptığım. İçinde bir yaşlı var vücudumun. Kimi zaman öğüde meraklı, kimi zaman geçmişte yaşayan… Bugüne dert dileyen bir ses var içimde. Ne kıskanç, ne dertli, ne mutlu. Hasta, sadece hasta bir ruh.

Kekremsi bir hava uçuruyor sokakları ardımdan. Sokaklar uçmaz diyor gerçek en aldırmaz sesiyle. Gerçek hiç aldırmadı ki bana. Bazen bir yemek arasında boğuluveriyor soluklarım. Biz gitmenin bile cesaret isteyen sınırlarında uyuyakalmışız. Elim kesik, dördün içinde bir kapı arıyorum istemsiz. Kapı yok, tokmak yok. Bölünüyor uykularım en olmadık yerlerde, bazen bir sesin içimde bittiği gecelerde.

17 Eylül 2007 Pazartesi

Hidrojenini Kaybeden Yıldızlar, Kar Taneleri ve Gizemi

Hava kararmaya başladı. Yine yıldızlar çıkacak, yine sayılacaklardı birer, ikişer ikişer.Kaydıklarında ise dilek tutacaktı içinden ama olmadı.Havanın birden kararması onu şaşkınlığa uğrattı.Oysa o gökteki en küçük yıldızdı.Onun adı da Gizem’di.O koca koca yıldızların arasından kendini zor buluyordu.Ama havanın birden kararması işine gelmemiş değildi.Çünkü kendini daha net seçebiliyordu.Gizem düşündü, keşke hep karanlık olsa da, kendi yıldızımı görebilsem.O yıldız öyle bir yıldızdı ki Gizem onun ışığı altında aydınlanıyor.Onun altında büyüyor ve olgunlaşıyordu da.

Gizem belki de bir tohum tanesiydi, yerde bitmek üzere olan.Küçüktü, evrendeki küçük şeylerdendi.Çünkü küçüklük ona mahsustu.O küçüktü; ama sadece düşüncelerinin boyutu büyüktü, aynı zamanda da sınırsızca düşünüyordu.Düşündükçe keşfediyordu evreni ve hayatı.Düşünmekle kalmayıp araştırıyordu da.Önce sınıflara ayırdı evreni.Yıldız olup gökte duracaktı, sonra da kar taneleriyle buluşup, dünyaya ulaşacak, toprağa düşmesiyle yerdeki tohuma can suyu olacaktı.Farkına vardı ki yıldızların da hayatı varmış.Onlarda yaşar, onlar da ölürmüş.Özellikle içindeki hidrojen gazları helyuma dönüştüğünde başlarlarmış ölmeye.Ama en ilginci de, onları öldüren he gazı aynı zamanda onlar için birer yaşam ve parlaklık kaynağıymış.Gizem yine sorgulamaya başladı.Peki, neden kutup yıldızı en parlak yıldız olmasına rağmen ölmüyordu?Neydi kutup yıldızının ‘gizem’i.Okuyordu Gizem,okudukça düşünüyordu.Düşündükçe yıldızları kalbinde hissediyor ve küçücük parlaklıkla yazıyordu içinden gelenleri.Yıldızdı, küçüktü, dünyaya başka alemden bakıyordu.Bir gün o da karışacak mıydı dünyaya?Ama baksana yıldızlar da insanlar gibiymiş.Yoksa hep yaşamalı mıydı göklerde.İnsanlara bakarak, yıldızlarda yaşayarak, olur muydu böyle bir hayat.

Hava çok karanlıktı.Birden bir ışık parladı dünyadan.Bir film ışığıymış meğerse parlayan.Gizem izlemeye karar verdi filmi.Oturdu dünyanın karşısına, kendine taktığı alıcıyla işe koyuldu.İzlediği film, kısa bir filmdi.Zaten hayat da kısa değil miydi?


Kar taneleri başladı.Ah, ne de güzel. İşte Gizem kar tanelerine tutunup inecekti yeryüzüne ve o tohuma hayat verecekti.Ve film başladı.Gizem ve tüm evren aniden sustu.Çünkü filmde küçük bir kız vardı ve uykusundan uyanıyordu.Filmde gün aydınlanıyordu.Gizem’in de hayatı da öyle.Küçük kız uyandı ve babasının holdingine gitti.Bir şeyler planlıyordu.O da küçüktü Gizem gibi ama planları büyüktü, hem de çok büyük.Babasının holdingleri ise gecekondu mahallesinin karşısındaydı.Küçük kız, ailesini alıp yardım etmeye gidiyordu onlara.Sırtındaki mantosunu bile vermişti oradaki çocuğa.Dünya bu kadar garip, bu kadar çelişkilerle mi doluydu diye düşündü Gizem.Ama çelişkilerde birer gerçekti.Ve ertesi gün olmuştu.Ne diyordu Ömer Hayyam:

Her sabah yeni bir gün doğarken,
Bir gün de eksilir ömürden,
Her şafak bir hırsız gibidir,
Elinde bir fenerle gelen.

O gün de elinde bir fenerle gelmişti.Film devam ediyordu küçük kızın ‘uyanışı’ ile.Kalktı, bahçeye doğru yürüdü ve ‘merhaba’ diye haykırdı.Haykırmasıyla da film orada sona erdi.Bu film böyle bitmemeliydi diye söylendi Gizem.Bu kadar erken bir bitiş olamazdı diye.Daha her şeye yeni başladı küçük kız.Eee, ne yapalım adı üstünde kısa film işte sesleri yükseldi birden kulağına ve bir laf çıktı ağzından Gizem’in.Kar aynı kardır, fakat farklı yerlerde farklı tablolar çizmiştir.Yorumlamaya başladı Gizem, daha ayak basmadığı dünyadaki kar tanelerini.Zenginin semtine de uğramıştır kar, fakirinkine de.Fakir de sefaleti, çileyi çizmiştir tablosuna oysa zengin de mutluluğu ve lükslüğü çizmiştir.Zengindeki mutluluk da bulaşmıştır fakirinkine.İşte bunları düşündükçe kar tanelerine tutunası geliyordu Gizem’in.Çünkü kar taneleri de insanlar gibidir.İnsanoğlunun nasıl görünüşü, ses tonu, kişiliği farklı farklıysa ve bu da farklı bir yaşam stili doğuruyorsa; kar tanelerinin de geometrik yapıları tamamen birbirinden farklıdır, tıpkı insanlar gibi.Küçük kız ‘merhaba’ demişti ya.İşte Gizem keşfetmişti o yedi harfi sözcükte iyiliğin gücünü, keşfetmişti kar tanelerinin sırlarını,keşfetmişti…

Kar taneleri çözüldükçe, çözülüyordu yaşamın sırları;çözüldükçe can suyu oluyordu o tohuma ve kar hala aynı şiddette yağıyordu Gizem’in dünyasına.Tutunmalıydı onlara, can suyu olmalıydı tohuma.Tohum da dev gibi bir çınar olmalıydı toprağında.

Yavaş yavaş aydınlanıyordu hava.O hava Gizem’in düşüncelerini de aydınlatıyordu.Neydi yaşadığı bu evrenin ‘gizem’i sordu kendine.İki seçenek sundu evren:

“Ya dedi, insandan yola çıkarak beni keşfedeceksin;
ya da benden yola çıkıp, insanı keşfedeceksin.”

Keşfetmişti Gizem hayatı, evreni, keşfetmişti yıldızları ve kar tanelerini.Bir nesne bir insandı ona göre, ama insan yine insan.Çünkü ne diyordu Mevlâna:

“Can konağını armadaysan, cansın;
Bir lokma ekmek arıyorsan, ekmeksin.
Şu nükteyi biliyorsan,
İşi biliyorsun demektir;
Neyi arıyorsan osun SEN.”

Neyi arıyordum ki ben diye sordu Gizem.Evreni arıyordum, evrende de kendi gizemimi.

Hava birden aydınlamaya başladı.Düştü yıldızın ucundan Gizem aydınlığa.O aydınlıkta kavuştu kar tanelerine ve toprağa ulaştı.Can verdi, hayat oldu o tohuma.Ve bir bilge yanaştı o tohumun yanına.Kendi kendine konuşuyordu toprağa bakıp.Ne diyordu biliyor musun:

“Bilge, yüce varlığın seyrine dalar.
Gafil ise, onda dostluk düşmanlık arar.
Deniz, deniz olduğu için dalgalanır.
Çöpe sor, hep onun içindir dalgalar.”
Ömer Hayyam

Gizem Kurular

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!