31 Temmuz 2007 Salı

Uçtu

Uçtu. Yolunu kaybetmiş bir kelebek sessizce süzüldü odamın içinde. Perdeye yansıyan ışığın içinden geçti ardından. Belki birazdan ölecek diye geçirdim içimden. Sonra kelebeklerin zamanı geldi aklıma. İnsanların anlamlandıramadığı zamanları. Durdum. Perdedeki küçük rozetin üzerinde durdu kelebek. Uzundur görüşemediğim bir arkadaşımı hatırlattı rozet. Bilinçsizce ağlamaya başladım birden. Uykusuz kaldığım günlerde tıkırdatırdı bazen kapımı, ağlamak. Yine o yarım halimi doldurmak için gelmişti belki de. Aslında ne kelebeğin ölümü hatırlatmasıydı ağlamama sebep, ne de arkadaşımı özlemem. Herhangi bir bahaneye sığınabilirdi ruhum. Mesela abimin on gün sonra askere gidecek olmasına da ağlayabilirdim.


Baktım. Kelebek sanki o an, evet fark ettiğim bir anda, küçük bir tırtıl oldu, çirkin ve genç. Birazdan yaşlanacağını düşünmeden, yeniden uçtu kelebek, beni hayalimden çekercesine. O an, kayboldu önümdeki aynada ifadem. Gözlerim ağırlaşmıştı zaten, korkuyordum uzakları göremez diye bir gün, yakını göremediği gibi. Bir ağrı saplanmıştı gözümün üstüne, geçmek bilmiyordu. Bir bahaneye sığınabileceksem buna da sığınabilirdim elbet.


Başladı. Tanıdık zamanları hatırlatan şarkı bıraktı notalarını sessizlige. Gecedir karanlıktır, belki de bu yüzdendir insanı acılara gömmesi. Şarkı uykuda kalmış bir zamana götürdü beni, zaman, hiç acımıyordu insana. Kelebek de tüm renklerini, çizgilerini kaybetmiş gibi uçtu önümden yine. Sertçe vurdum elimi masaya, şarkıyı kapatmak için. Durdu şarkı, o anda işte yeniden geldi yalnızlık. Hiç gitmemişti, biliyorum.


Sımsıkı çektim yorganı üzerime. Eskiden olduğu gibi, sıkıca sarıldım sonra yastığıma, küçükken güzeldi susam sokaklı yorganda uyumak. Oysa şimdi sıkıcı bir çiçeğe dönüşmüştü yorganım. Beynimi yere döküp parçalamak yahut silmek isterdim. Düz mantık bir insan olabilirdim elbet, daha az düşünürdüm en azından. Herkes gibi basitçe yaşayabilseydim aslında, şu an uykusuz kalmaz, gözlerimde yarın için bir kırmızılık bırakmazdım.


`Kararlı değilsin.` dedi bir ses. Ben eksikliğime sığınıp bir kez daha sarıldım yorgana. Abimin gidecek olması tekrar acıttı içimi. Yeniden yalnız kaldım. En olmadık zamanlarda gidiyordu, insanlar hayatımdan. Alışmak lazım, alışmalıyız her şeyin bitmesine.

Acımasızca şarkıyı açtım yeniden. Tüm sessizliğini bozarak gecenin, bildik ezgisiyle yeniden dağıldı şarkı. Konuşmak istemiyorum, anlatacağım bir şey de yok aslında. Yazmaya gelince bile yalan atıyorum kendime. Sustum, en iyisi düşünmemekti belki de.

Kayboldum ardından küçücük odamda, pencereye yanaştı kelebek. Yaşlanmıştı, korkulu gözlerle baktım ona. Birazdan ölecek gibi ve beni yalnız bırakacak gibi... Ağladım, gitmesine herkesin ve ardından hiç alışık olmadığım halde küfrettim. Açtım pencereyi, kelebek süzüldü gitti önümden. Yalnız bıraktı beni, biliyorum hep yalnız kalacaktım.


31.07.2007 23:28:11

Kelimeleri kalın yazmamın açıklayıcı bir nedeni yoktur, sanırım daha çok acıtsın istiyorum, öyle.

27 Temmuz 2007 Cuma

anneler uyur mu?

annemi hatırladım.

zavallı bir kadındı annem. yaşamaya çok az gerekçesi vardı ve belki ölmekten çok korktuğu için, bu nedenlere sımsıkı sarılmıştı: uzun kış gecelerinde sabaha dek uyumadan örüp örüp evin her tarafına serpiştirdiği dantelli örtüleri, beş çayları için yapabildiği tek pasta çeşidi olan örgülü pastaları ve biz; ben ve kız kardeşim şeker.

evimiz, kenar mahallelerden birinde ucuza kapılmış bir arsaya kurulu, gecekondudan bozma bir evdi. içerde bir tek musluğu vardı, mutfak musluğuydu bu. tuvalet ve banyosu dışardaydı. odaları küçük pencereli ve günün her saatinde karanlıktı. ben ve şeker için en büyük hayal, kocaman pencereleri olan ve merdivenli bir evdi. bir köşesi hep dantelle kapalı siyah beyaz televizyonumuzdan gördüğümüz, şeklini aklımıza özenle kazıdığımız merdivenli bir ev. ama uzaktı bize, yaz akşamları, kış akşamları... bir çaresizlik, umutsuzluk, el kol bağlayan bir hava üzerimize inatla kapanır, o çocuk yaşımızda bile beni ve kız kardeşimi canımızdan bezdirirdi. annemse, bitmek tükenmek bilmeyen bir sevgi ve şefkatle, evimizi, beni ve şeker'i kucaklar, sarıp sarmalardı.

bir de babamız vardı, çünkü o zamanlar herkesin bir babası olmak zorundaydı. ama onu hep sonlara doğru hatırlardık. kamyonunu yükleyip çıktığı o uzun yolculuklarından sonra bir aralık döner, şöyle bir uğramış gibi davranır ve ertesi gün, en geç de bir sonraki gün yeniden çıkar giderdi. babam bizimle olduğu zamanlarda en çok uyurdu. kamyon sürmekten bile daha iyi becerebildiği bir iş varsa o da uyumaktı. ben ve şeker, onun gelişlerinde evi kaplayan zorunlu sessizlikten nefret ederdik. gürültü yaptığımız bazı akşamlarda yatağından hınçla fırlayıp her birimizi duvara çaldığı anları hiç unutamadım. beni değil ama annemi ve şeker'i dövdüğünü hatırlayınca hala içim burkulur, boğazım düğümlenir.

evimizin sadece ön tarafında iki tane ağaç, bir kaç dal da annemin ektiği kadife ve gece sefaları vardı. ağaçlardan biri kirazdı ve her haziran ay'ı ben ve şeker için o ağacın etrafında geçerdi. şeker kiraz isteyince yok diyemezdim, onun bu isteğini bir kez olsun geri çevirdiğimi hatırlamıyorum. kiraz ağacımız ince gövdeli ve narin olduğu için kırılmasından çekinir, bu yüzden de bir solukta yanındaki genç kavağa tırmanırdım, şeker de ağacın altında küçük kırmızı gömleğini etek gibi açıp attığım kiraz tanelerini soluk soluğa yakalamaya çalışırdı; attığım her kirazla biraz daha şenlenir, bir yandan da o sonsuz tatlı diliyle "abi düşme, abi düşme" derdi. tabii ki hiç düşmezdim ve on onbeş güne kalmaz, ağacın kavağa bakan yüzü boşalırdı. diğer yüzündeki kirazlar ise bir türlü ulaşıp toplayamadığım için dallarında çürüyüp ağacın dibine bir bir düşerdi.

bazı kış gecelerinde annem, o ölümsüz kadın, ikimizi de odanın aynı köşesinde, sobanın yanıbaşında kucaklar, aklına gelenleri bıkmadan, usanmadan, uzun uzun anlatırdı. söylediklerini anlamak bizim için önemli değildi, bir yanında ben ve diğer yanında şeker, omzuna yaslanıp o huzur veren kokusunu derin derin soluyarak uyuyakalırdık. ikimiz için de bundan daha büyük bir mutluluk yoktu, dışarıda kopan fırtınalar, yağan yağmurlar, köpek havlamaları, kavga sesleri, hiçbiri ama hiçbiri ilgilendirmiyordu bizi. annemiz vardı, güçlü ve bizi her kötülükten koruyabilecek bir anneydi o. anneler uyur muydu hiç? o zamanlar uyumazdı anneler. biz uyurduk ama o uyumazdı, beklerdi. babamı mı beklerdi? hayır. o sorumsuz adamı bekleyen hiçbir göz bu kadar içten, bu kadar uzaklara bakamazdı. başka bir bekleyişti onun bekleyişi. ama yine de iyi niyetlerle düşünüyordum ben; annem de bizim heyecanla beklediğimiz o merdivenli evi bekliyor, bu saçma oyunumuza içinden ortak oluyordu.

her sabah bir sakin ve kimsesiz uyanışı vardı ki... beni ve şeker'i usulca, öperek kaldırır, özenle giyindirir ve bahçenin ortasına bırakırdı. her ama her sabah böyleydi, alışmıştık. ama bir sabah farklı oldu. gürültüler ve kalabalıklarla uyandık. gözümüzü açtığımızda odanın içi o zamana kadar en çok bir kere görmüş olduğumuz uzak akrabalarımız, komşularımız ve daha birçok tanımadığımız insanla doluydu. aralarında kaybolmuş annemin sadece yüzünü güçlükle görebilmiştim, ağlamıyordu ama kötüydü, gözleri boş bakıyordu. yine aynı uzağa bakıyordu ama boştu, alıştığımız o heyecan ve içtenlik yoktu bakışlarında. yoksa o hep baktığı ve bizim göremediğimiz uzaklarda kötü bir şeyler mi olmuştu? şeker korkusundan avuç kadar olmuş, bana sımsıkı sarılıp öylece kalmıştı. sonra odayı dolduran yabancı insanların arasından bir teyze elini uzattı, bir avuç kuru üzümü önümüze döküverdi. o kadın da ağlamak üzereydi, anlayamıyordum. ne ölümsüz annemin ne de bu ölü suratlı kadınların bakışlarından, hiçbir şey anlayamıyordum. çok geçmeden bir bağırtı ve küfür kıyameti patladı ve iki amcam odaya girip anneme koştular, onu öldüresiye dövmeye başladılar. kimse alamıyordu ellerinden, ben ve şeker korkumuzdan öylece kalmıştık, durmaksızın ağlıyorduk. bize üzüm veren yaşlı kadın, soğan kokulu elleriyle gözümüzü kapamıştı ama ince parmaklarının arasından annemin o hiç ağlamayan donuk gözlerini, kanlı dudaklarını seçebiliyordum. amcalarım gittikten bir süre sonra konuşulanlardan anladım; babam bir kaza geçirmişti, kafası ve elleri parçalanmış, tanınmayacak hale gelmişti. babam artık yoktu ama ben hiç ağlamıyordum. ölümü anlayabilecek bir yaşta mıydım? bilmiyorum. ancak, herkesin bir babası olmak zorunda değildi artık, bunu anlayabilecek bir yaştaydım. şeker'i ve annemi artık ben koruyacak, çocuk aklımla onlara ben bakacaktım.

babamın gidişini üçümüz de çok çabuk kanıksamıştık, biraz daha artan maddi sıkıntılar dışında hiçbir değişiklik olmamıştı hayatımızda. hatta kiraz ağacı bile çiçek açmaya, tomurcuk vermeye devam ediyordu. iki yıl geçti ve bu iki yıl içinde annemin bakışları hep öyle uzaklarda, hep öyle anlamsız kalmaya devam etti. bizi kış gecelerinde yine sarıp sarmalıyordu ama hiç anlatmıyor, hep susuyordu. biz yine uyuyorduk, o yine her zamanki gibi, hiç uyumuyordu. sonra, bir gece yine bizi yavrularını toplayan bir güvercin gibi iki kolunun altında topladı. artık alıştığımız gibi yine susarak, sessizce uyumamızı bekeleyecek diye düşünüyordum. ancak öyle olmadı, annemiz, o ölümsüz kadın, iki yıldan sonra yine aynı annemiz oluvermişti, anlatıyordu ve gözleri yine o iki yıl önceki güzel uzaklara, o merdivenli eve bakıyordu. şeker'in ve benim dünyaya geldiğimiz günlerden bahsetti. sonra daha da önceleri, babamla tanıştığı zamanları anlattı. ağladığını ve güldüğünü gördük. yine köpekler havladı dışarda, fırtınalar koptu. ben ve şeker, kendimizi onun kokusuna bırakarak, gözlerindeki o merdivenli eve bakarak yine uyuyakaldık. tam uyumak üzereyken düşünmüştüm, babam sabah gelecek miydi yoksa? bu kocaman iki yıl, sadece annemin kollarında uyurken gördüğüm bir rüya mıydı? yoksa şeker de mi aynı rüyayı görmüştü?

biraz sonra gözlerimi açtım. sabah olmuştu. annem, o ölümsüz annemiz, sırılsıklam yanakları ve kapanmamış gözleriyle geceki annemizin aynısıydı. şeker hâlâ uyuyordu. anne diye seslendim, ama bakmadı. sonra anne diye bağırdım ama yine bakmadı. sesim şeker'i uyandırmıştı ve uyanır uyanmaz anneme sessiz, hareketsiz gözleriyle bakmaya başlamıştı kız kardeşim. belki benden daha çocuk olan içgüdüleriyle anlamıştı, ilk defa uyuyordu annem. onun uyuduğunu ilk defa görmüştük. ölümü anlayacak yaşa hâlâ gelmemiş miydik? bilmiyorum. ancak annelerin de uyuyabileceğini anlayabilecek bir yaştaydık artık. gözlerine bakıyorduk, ağlayarak o merdivenli evin geniş salonunda bizi giyindirdiğini, öpüp kokladığını görüyorduk gözlerinde. o ilk defa uyuyordu ve rüyası kocamandı.

*bir uyazlıdan müthiş korkulduğu için bir an evvel yazılıp bitirilmiş bir yazıdır. bu nedenle hatalar mümkündür, affedilmelidir. gerçekten de çok korktum, çünkü beni döver o :)

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Lalala

Uzundur geçiyor günler, yazıyoruz, en azından yazmaya çalışıyoruz diyelim. Uğraşıyoruz yenileri ve daha güzelleri için. Genç ruhlarımız her gün daha bir uzağa koşuyor. Bir şeyleri yakalayıp döküyoruz satırlara. Şu an için sitede sanırım en çok ben, Mehlika ve Semih'in yazısı var. Diğer arkadaşlarımız da yazacak daha çok.

Yeni insanlar geldi blogumuza, o bakımdan da yeni bir şeyler yazma isteği doğdu içimde. Şimdilik kadromuz:
gri...
Myra
Burak Seçkin
Pınar Özcanlı
blue cat
nehir oldum ben
Raif
Pınar Aybi
Alev
Diren Nesin'den oluşmakta. Hepsini saygıyla selamlarım. Ayrıca bir arkadaşımız daha var, onu da ikna edeceğim, bir ara. Diren Nesin'e ve nehir oldum ben'e hoş geldiniz diyerek, bizi çok fazla memnun ettiklerini söyleyeyim buradan.

Site yapmaya uğraşıyoruz, ama tembel arkadaşımız hala isim almadı, bir gün yapacağız elbet, yakındır yani. Şimdilik bu kadar, yeni yazılarını bekliyoruz yazarlarımızın ve herkesin. Saygılar efendim.

Hıçkırarak Ağlıyordu Dünya

Tanrının kendisini unuttuğunu kabul etmişti
hatta bunu önemsemiyordu artık
yan dairedeki akordu yapılmamış
piyanodan
çıkan düzensiz seslere mırıldanarak
eşlik bile ediyordu...
üzerindekileri çıkarırken
gözü birden masadaki vazoya takıldı
bu vazoyu ne zaman aldığını hatırlayamadı
su içen çocuk yüzüne benzetmişti
bu çok eğlenceliydi
nesneleri farklı bir şeylere benzetmek
Neden daha önce aklına gelmemişti ki?
salona koştu
duvar saatine gözünü kısarak baktı
HAYIR! aynı saatti
başını başka yöne çevirip hızla tekrar bakmayı
denedi
Yine aynı saat
saçmalıktı bu
bir duvar saatini kavanoz içinde piknik yapan sincaplara yada
ayakkabısını giymeye çalışan salyangoza
benzetmeye çalışmak
büyük bir aptallıktı
üstelik boynu da ağrımıştı..
akrep ve yelkovanla ilgili bir şiir
yazmayı düşündü,
muhtemelen başka bir şairin bir
sevişme sonrası
böyle bir şiir yazmış olabileceğini
düşündü
vazgeçti...
...Bugün iki bin iki yüz on gün olmuştu
birden durakladı
acaba iki gün eksik mi sayıyordu
ne fark ederdi ki...
Yine de emin olmak için bir
kalem aradı..
Sonunda. kanepenin yanında
yerde ucu kırık bir kurşun kalem buldu...
ucunu açmak için mutfağa bıçak almaya
giderken
aklına üç gün önce
konserveyi bıçakla açmaya çalışırken
az daha kendini yaralayacağını hatırladı
Geri döndü...
Zaten emindi
iki bin iki yüz on...
En iyisi yatmaktı
Yarın ilk işinin caddenin sonundaki marketten
bir konserve açacağı almak
olduğunu beyninin boş bir yerine
kazımaya çalıştı
eğer evde bir tane olsaydı
kalemin ucunu bıçakla açmak için gerekli
cesareti
kendinde bulacaktı
iki bin iki yüz on...
uzun bir aradan
sonra
ilk defa ertesi
günle ilgili
bir plan yapıyordu..
uykusu kaçmıştı artık
yarı çıplak halde evin içerisinde
yeniden başka bir
kalem aramaya başladı ve
öykünün yazarına
alçak sesle bir
küfür etti.

Sürgü

Yollar karanlık olabilirdi elbet,

Sonundaki aydınlığa inat.

ve yavaşça yaklaşabilirdi,

Bilinmeyene adımlar...


Yıllardır unuttuğu bir yeri hatırlayabilir insan. Çocukluğunu karıştırıp korkuyla eskiye sarılabilir birden.


Siyah beyaz zeminin ardından dümdüz bir yol gözüküyor adamın önünde. Renkler karıştırıyor, aydınlıkla karanlık arasındaki çizgiyi. Adımlar birer birer kayboluyor arkasında adamın. Yenik düşüyor gözleri tanımadığı bu karanlığa, soldaki aynada beliren suretinden korkuyor, bir anlık göz yanılmasıyla. Nesnelerin sessizliği bozan garip tıkırtıları zaten yavaş olan adımlarını iyice yavaşlatıyor adamın. Ardından vücudu soğuk bir esintiyle diriliyor. Saçları birden çekiliyor sanki, köklerinden. İçeriye girdiğinde ardında bıraktığı dışarıda, eski bir sokak lambası güçsüzce yansıttığı ışığını söndürüveriyor, gecenin ortasında. Nesneler ne kadar da zamansız… Sokak lambasına bakıp rahatlıyor adam.


Gece karanlık... Korkunun nasıl başladığıyla ilgili çok şey söylenebilir belki. Ama en önemlisi belirsizlik ve bilinmezdir. Elleriyle yokluyor tanımadığı nesneleri. Solunda bir masa var, ayağı takılıyor zemine düşürdüğü bir kaleme. Sesler bildik tıkırtısıyla dolduruyor sessizliğini zamanın. Hiç olmadık yerde, yanlış hareketlerinin kurbanı vücudundan ter boşalıyor adamın. Dikkatsizliği geliyor aklına, en zor zamanlarında başından hiç ayrılmayan. Küçük bir vücut yeniden canlanıyor gözlerinde, çelimsiz ancak sevimli, oyunlara hep geç kalan dengesiz bir çocuk kayboluyor beyninde. Silmek istiyor adam, silmek istiyor her şeyi.


Saçları yeniden çekiliyor köklerinden, acımıyor. Köklerinden tutup kaçacak gibi bir el hissediyor saçlarında. Çocukluğunu hatırlıyor birden adam. Tüm yanlışlarının ardından, annesinden sonra gelen kadının kafasına uzattığı eli geliyor aklına. Kısacık saçları köklerinden çekilir, yok olurdu o zamanlar. Hiçbir bünye annesinin gidişine alışamazdı elbet. Alışamıyordu çocuk, ne yeni gelen kadına, ne de uykusundan vakitsizce uyandırılmasına. Bu yüzdendir ki uykuları dengesini karıştırır çocukluğundan beri.


Sağ taraftaki merdivene yaklaşıyor adam sonunda. Değişen her şeye inat hâlâ aynı yerde duran basamaklardan iniyor sonra. Basamakların tahtadan olduğu zamanlardaki uykularını hatırlıyor, deliksiz ve huzurlu. Annesi geliyor yine aklına, tüm uykularından önce, uzakları ona yaklaştıran nefesiyle; annesini hatırlıyor, mavi elbisesiyle odasına girişini ardından. Yutkunuyor ardından adam, ağlamamaya karar verdiği ilk günden beri yaptığı gibi. Merdivenin tahta basamaklarından düştüğünde, alnından akan kanlardan arda kalan dikiş izine değdiriyor elini, korkuyor geçmişin bu denli yakın olmasına tenine. Merdiven şimdi beton bir duvar gibi ruhsuz oysa. Basamaklar eski dengesizliğinde değil en azından, sessizce iniyor adam, gittikçe sağa dönen basamaklardan.

Merdivenin sonuna yaklaştığında tanıdık rutubet kokusunu duyuyor tüm ağırlığıyla, o bildik kokusuna alışıyor bodrumun. Saklambaç oynadığı zamanlar bile böyleydi, eşyalar sanki buraya atılmanın hüznünden dolayı böyle kokarlardı. Şimdi karanlıkta gözükmüyor eşyalar. Ancak zor değildi onların eski eşyalar olmadığını anlamak. Mesela önceden gözü kapalı bilirdi, sağdaki kırık dökük komodini. Şimdi yerinde ne vardı bilinmez. Ama öyle sertti ki, az önce dizini vurduğunda mutlaka bir iz bırakmıştı derisinde.

Korku tüm nesnelerin ve karanlığın bilinmezinde başlıyor. Yeniden titriyor vücudu, sudan yeni çıkmış misali. Adımları ürkekçe dönüyor çocukluğundan beri kapalı duran kapıya. Sağında solunda yerini yeni yeni öğrendiği nesnelere çarparak ilerliyor, kapının mavisi, belli belirsiz gözüküyor uzaktan. Adımları anlamsız bir cesaretle hızlanıyor. Yorulmuş bedeninde adam, birden küçük bir çocuğa dönüşüyor sanki. Çelimsiz çocuğun gülümseyen suratı beliriyor belleğinden çıkardığı bir hatırada, hiçbir şey silinmemiş gibi yeniden canlanıyor hafızasında.

Çelimsiz çocuk gözlerinin önünde koşuyor dengesiz adımlarıyla. Merdivenin basamaklarının tahtadan olduğu zamanlarda gizlice inmişlerdi yine eski eşyaların atıldığı bodruma. Bir zamanlar evin en güzel köşesindeki tablo, sol kolu yanmış bir koltuk, çürüyen kütüphane, yasaklandığında yırtılan bir sürü kitap, kırık dökük hediyeler yersiz yurtsuz duruyordu o zamanlar bodrumda. Gizlice indikleri bodrumdaki rutubet kokusuna alışmıştı burunları. Karıştırdıkları eşyalarda hep ayrı bir şey vardı, dedesinin sallanan sandalyesinin orada olması ne kadar da anlamsızdı mesela. Oysa dünyadaki en güzel şeydi o ve bu yaşta tüm cesaretlerini toplayarak bodruma kaçmalarının en anlamlı nedeniydi kahverengi sandalye. Biri yukarıyı gözetlerken diğeri sallanan sandalyede oturur, yırtılmış sayfalarını çevirirdi kitabın.. Bazen anlamadıkları bir dilde konuşurdu yazar.

`Kapıyı açalım mi?` derdi çelimsiz çocuk her defasında, gözlerini kocaman açıp. Koşarak çıkarlardı bu sorunun ardından korku nöbetlerine tutulup. Kapının ardında garip bir giz vardı, bilmedikleri. Sürgüsünü çekilince açılırdı belki mavi kapı.

Hatırlıyor kapının bulunduğu zeminden önce ayağına takılan yüksekliği. Sağında gözlerinin belli belirsiz seçtiği askılık eskisi gibi yerinde duruyor hâlâ. Gülümsüyor, korkunç ve garip bir ifadeyle. Tekrarlar dengesini bozar insanın ve alışsın diye insanlar tekrarlara, nakarat koyarlar şarkıların aralarına. Korkuya sığındığından beri ağrıyor midesi, gece sabaha doğru ilerliyor. Elini uzatıyor boşluğa. Kaybolmuyor karanlıkta eli, tanıdık sürgüsüne dokunuyor mavi kapının adam. Defalarca kez nefes alıyor, cesaret tüm sınırlarda korkuyu ve heyecanı da getiriyor yanında. Siyah bir ölüm geliyor aklına, yeni boyanmış beyaz bir duvarın ardındaki tabut geliyor sonra gözlerinin önüne, ardından daha konuşamazken okuduğu dualar... Ölüm geliyor aklına: beyaz tenli ve çelimsiz... Ardından geri çekiliyor dengesiz adımları zayıf çocuğun, sanki hiç koşmamış gibi kaçıyor geldiği yere.

Çekiyor adam sürgüsünü mavi kapının, sert bir çekişte. Açılıyor onca sene korkup da açamadığı giz. Açılıyor annesinin saçındaki uzun örgüleri birden. Yine usulca fısıldıyor uykuya dalmadan önce. Gitme diyemeden annesine, uykuya dalıyor çocuk. Mavi kapı, korkunç kabuslarını hatırlatıyor adama. Annesi gittiğinde ve çelimsiz çocuk zamansızca sonsuz bir uykuya daldığında başlayan uykusuz geceleri geliyor aklına. Düşüşler geçiyor gözünün önünden. Terasın gri betonunda koştukları anlar geliyor aklına. Belleğinden silinmemiş bir gülümseme ayılıveriyor birden. Çelimsiz çocuk gülümsüyor, silinmemiş bir hatırada yeniden. Silmiyor hafıza, silmiyor hiçbir şeyi. Tüm nefesini tutuyor adam, gülüyor önce korkunçça, birden ağlamaya dönüşüyor gülüşü, eli kapının sürgüsünden ayrılmamışken daha. Düşüşler geliyor aklına, daha bir adım yaklaşmışken arkadaşına. Düşüşler beliriyor gözlerinde kırmızıya boyanmış gride. Bir vücut hatırlıyor belli belirsiz, zayıf ve gri zeminde boylu boyunca uzanmış… Suskunluğa alışmamış dilinin, konuşamadığı zamanı hatırlıyor birden, sonrası yok. Sonrası beyaz duvarın ardında tanıdık suratların taşıdığı bir tabut...

Elini çekiyor sürgüden, tek basamak var zemine. İşte o anda korku birden çekiliyor vücudundan, serin bir hava esiyor arkasından, bodrum eskiden de böyle de eserdi, kimsenin bilmediği bir taraftan. Vücudu doğruluyor, saçları sanki tek tek köklerine yerleşiyor adamın. Annesi yavaşça okşuyor saçlarını, gözlerini kapatmadan önce çocuk. Mavi kapının ardında sessiz bir karanlık gözüküyor, sonu olmayan, boş ve yalnız… Ellerini ceplerine sokup ilerliyor adam. Çelimsiz surat yine gözlerinin önüne geliyor, gülümsüyor yaramaz bakışlarla:

`Kapıyı açalım mı, açıp kaçalım mi?`



25.07.2007 02:13:50


22 Temmuz 2007 Pazar

Kırılgan Resim

resimler vardı,
soğuk karanlıkların boşluğunda.
resimler vardı,
çırılçıplak gözlerde uyanmış,
gülümsemeyi unutmuş ve kimsesiz...

çarpık bacakları geç kalmıştı çocukların
kaldırımda silinmiş bir sek sek karalamasına...
insanlar vardı,

bastonlara hayatlarını dayayan...
insanlar vardı,
uyumadan önce masallara dalan
eksik harfler vardı
kırılgan cümlelerin sonunda...
bitmemişti henüz kavgalar anlamsız bağırışların ardından...

tutsaktı,

tutsaktı tüm zaman
yaşanılan sessiz demirlerin ardında...
yaşamdı toprağa vakitsizce gömülen...
insanlar vardı
sokakların ardında yahut yaklaşmış...
titrekti elleri sarhoşun sokak lambasına dayanmışken vücudu
insanlar vardı
koyu gecelerden sonra
pencerelerin ardında sarhoşları izleyen

resimler vardı kimi zaman fotoğraflara dönüşen
sokak aralarında kaybolmuş yaşamları vardı istanbul'un
resimler vardı resimler
kimi zaman tek,
kimi zaman kalabalığın içinde sessiz.

15 Temmuz 2007 Pazar

Gün Yine Kalabalık



Bulaşık suyu gibi hava… Bulutlar tehditkâr yağarım gürlerim durduramazsınız modunda. Rüzgâr çöpçülük edasında, tüm kirleri yalayıp yutmakta sonra da bir bir insanların yüzüne sürüp, dolaşmakta yaramaz bir çocuk gibi. İnsanlar git gide birbirine benziyor. Sürekli daha çok…

Bulaşık, bunaltı, bunalım…

Saç baş dağınık aynaya bakıyor Sezen. Aynanın yanında perdesiz kirli bir pencere, dışarıdaki dünyanın kirini üçle çarparak gösteriyor kendisine. Aynadaki görüntüsünden memnun değil Sezen. Çekmeceden tarağı alıyor, önce ıslatıp sonra saçlarını kırarak tarıyor. Saçlar kırıldıkça daha da elektrikleniyor. Oluşan düğümler koparılıp atılıyor. Saç yorgun. Yorgun saç bir atkuyruğunda sıkış tıkış oluveriyor. Yüze birkaç avuç soğuk suyla tazelik geliyor ama bu da havlunun kurulama göreviyle son buluyor. Sezen, üzerindeki gri eşofmanları bir kenara atıp, siyah etek ve kırmızı bluzunu giyiyor.

— Hayat güzel olmalı, olabilir mi?

Kadife oturma odası baştan sona; bordo kadife perdeler tavanı yere eğiyor sanki. Mürdüm eriği renginde kadifeyle kaplanmış koltuklar… Yün halının yasemin çiçeği motifleri solmuş… Siyah kolej ayakkabısını giyip, solandaki halıyı eze eze yürüyor Sezen. Tozu en çok sindiren koltuğa oturuyor. Odada bir şeyler değişmeye başladı ne de olsa bir insan “Günaydın” dedi sabaha. Uyanmayı uyumadan önce öğrenen bir insan göz gezdirdi odada ne de olsa. Odanın rahatı kaçtı. “İnsanlar hep uyumalı” dedi oda. “Hep uyumalılar çünkü insanlar yaşarken mutlu değiller. Uyurken ise en azından belli etmezler mutsuzluklarını, umutsuzluklarını.” Hem odalar temizlenmek istemezler, severler onlar örümceklerin dantellerini vücutlarında hâlbuki uyanık insanlar sevmezler ne pisliği ne örümcekleri.

— Odalar sever tüm örümcekleri, toz yığınlarını, ağır kokuyu, ölümü sever odalar. Çünkü kendileri yaparlar, yataklık ederler bunlara, gizlerler onları. Gizlemek genel yaşam prensipleridir odaların. Ne de olsa dört duvarlıdır odalar. Duvarları vardır onların.

“Korkutuyorsun beni” dedi Sezen odaya. “Korkutuyorsun, yaşamak için geldim ben bu dünyaya, diğer yaşama geçmek için öleceğim. Yaşamadan ölmemem ki… Buradan, dört kolunun arasından, çıkmadan yaşayamam ki… Kapılarının kilitleri ne zaman kırılacak? Korkutuyorsun beni!” diye bağırdı.

Mürdüm eriği rengindeki kadife perdenin tutunduğu kornişin köşesinde örümcek teyze ağır ağır dantelini örmeye başladı, arada bir “Hıh, korkuyormuş, biz korkmadık mı? Korkmadık mı sizin süpürge darbelerinizden, dantellerimi bertaraf etmenizden, bacaklarımızı kırmanızdan… Hıh, korkuyormuş, biz korkmadık mı…” diyerek söylendi.

Saat öğlen 2 dedi guguklu saat. Guguklu kuş yuvasından büyük bir zahmetle çıkıp lütfetmişti zamanı haber vermeyi. Eh, yaşlanmıştı ne de olsa, hakkı var, emekli olmalı artık. Oysa işe ilk başladığı günler ne de keyifliydi. Her saat başını iple çeker, küçük Sezen’in saatin altında her saat başını merakla beklediğini bilirdi. Kendini azıcık bir gösterip kendi dört duvarına kaçardı. En büyük keyifti gizlilik. “Duvar içinde duvarlar var burada” dedi Sezen “Guguklunun duvarı var, benim var, örümceğin de var.”
***

Saat sabah on elli dörttü. Saatçi Cemal sigarasını yakmış. Gazetesinin üçüncü sayfasında göz gezdiriyordu. “Üçüncü sayfalar boş sayfalar… Katil insanlar, öldürürler ama ölemezler… Ölen insanlar neredeler şimdi kim bilir…” Guguk fırlayıverdi saatten, günün on birinci saati içine girdiklerini herkese duyurmak için. Bir baktı ki o herkes sadece saatçi Cemal… Neden başkaları da bilmesin saatin on bir olduğunu? İçeriye Küçük Sezen ve annesi girdi. “İşte o anne, işte o! Guguklu saat!” Cemal gazeteyi katlayıp kaldırdı, sigarasını dudaklarının arasında sıkıştırarak saatin fiyatını söyledi, saati paketledi, Sezen’in eline verdi. Minik adımlar büyük bir gayretle büyük adımlara yetişmeye çalışıyordu dükkândan çıkarken… Cemal gazeteyi tekrar eline aldı “Dördüncü sayfalar, boş sayfalar… İnsanlar hep yazarlar ama okunmazlar… Okuyanlar kim bilir neredelerdir şimdi…”

Duvar kaşındı, matkapla delinirken hele de bu delik bir saat içindi; kızdı. Bir delikle tutundu saat duvara.

***

Bir delik açılıverdi gökyüzünde Sezen’in annesinin ölümüne dört dakika kala. “Duvarları sevmiyorum” dedi anne. Sezen duvara baktı o vakit, annesinin gözlerini diktiği duvara. “Guguklu saate bak o zaman anne, duvara bakma.” “Toprağı sevmiyorum Sezen ben.” Dedi anne gözlerini ateş çiçeğinin saksıdaki toprağına dikerek. “Toprak bana ölümü fısıldıyor, Sezen. O toprakta ölüler yatıyor. Sen de bir gün yatacaksın. Şimdi gel diyorlar. Şimdi.” “Anne bakma oraya, guguklu saate bak, bak saat iki olacak, guguk saklandığı duvarlarından çıkacak…” Anne guguklu saate baktı, guguk saat iki dedi. Annesi guguklu saate bakakaldı. Sezen’in annesinin son bildiği saatin iki olduğuydu. Sezen’in ilk bildiğiyse korkuydu. Her şeyde önce sebepleri bilmeden hep sonuçları yaşadı. Neden korkuyordu ki?

***
"Annem olmasa doğmazdım. Ölmeseydi annem böyle korkmazdım.” Örümcek teyze dantelinin yarısını bitirdi. Guguklu kuş bir saat daha yaşlandı.

Bunaltı, bunalım…
Hayatı yaşayamama hastalığına mı yakalanmıştı? Korkularını yenemeyen bir hayat savaşçısı mıydı? Ya da aynı noktaya takılıp kalma hobisi mi vardı? Bunalımın tüm iyi anıları, tüm yaşam enerjisi korkutup kaçıran çığırtkan sorularıydı bunların hepsi. Bunaldı duvarın kollarında. Tozlu koltuk tozları boğazından yaşam iksiri havanın geçmesini engellemeye başlamıştı artık. Kalktı. Pencereden baktı. İnsanlar akıyor sokaklarda. Her birinin bir derdi var, birbirlerinden habersiz. Her birinin bir derdi var, diğerini alakadar etmeyen. Her birinin derdi bir diğeri için saçma olan. Bu düşüncesini sevdi. Belki değişim için bir adım atabilirdi, böyle düşünebildiğine göre hayatı güzelleştirebilirdi.
Bunalım…

Örümcek teyze bitirdi dantelini. Boydan boya örtmüştü kartonpiyeri. Sevdi evini.

8 Temmuz 2007 Pazar

Gazoz Kapağında Masal

Gidebilirdim, gidebilirdim belki de yeniden. Gazoz kapaklarını ellerime bastırıp koşabilirdim, kaldırımdaki düz çizgilere basmadan. Unutabilirdim tüm kavgalarımızı, yine bir akşamüstü gece günün kapısına dayandığında salıncakta o şarkıyı dinlerken. Kaçabilirdim bilmediğim sözcüklerden yine. İsmini bağırabilirdim arkasından sadece onun anlayacağı bir dilde. Işıkları kapatin, ışıkları sessizce. Ellerimizi arkamızda birleştirip çocukluğumuzun, tebesirle çizilmiş bir seksek gibi kaybolduğunu görebilirdik birlikte. Köşedeki balıkçının tuttuğu bütün balıkları denize atabilirdik, daha deniz uyanmamışken.

Yanlış yere konmuş bir sol anahtarıyla başladı hayat. Çizgilerini kaybetmişti defter, çizgileri yoktu, sarmıştı notalar eskimiş sayfaları. Bilmediğim bir ezgi, yanlış bir zamana sürüklemişti beni. Kırgındı kelimelerim, unutkandi cümlelerim. Saçlarım kısa olmasaydı artık, her şey daha farklı olabilirdi belki. Her şey saçlarımı kestirmemle başlamıştı yahut bitmişti. Şimdi yine o gri merdivenin önünden geçerken, o şarkı apansızca sızıyordu, içimde hala kapanmamış bir sessizlikten. Bittiğini sanıyordum şarkının, kaçıp gittiğini sanıyordum bütün notaların. Yaşlanmıştı basamaklar, uykuya dalmıştı soluk bir grinin üzerinde. Maviydi o zamanlar gök, gri bulutlar ağlamazdı üzerimizde. Hırkamızı unutup kaçardık, açık bırakırdık bahçe kapısını hep. Küçük bir zaman takılırdı peşimize, biz ondan kaçardık, unuturdu bizi zaman. Çimlerin üzerindeydi bütün turuncu günler, saçlarım uzundu.

Silmek isterdim oysa ben, eskimiş gazoz kapaklarını, uykuya dalmadan önce gülünen onca zamanı. Silmek isterdim salıncakta kusana kadar sallandığımız baharları. Bahar turuncu bir rüzgar gibi gelip arkamızdan eserdi. Papatyaları sevdiğim için güzeldi belki de bahar. Elleri kanardı yalnızlığın sarılmazsak ona. Elleri yoktu ki yalnızlığın deyip geçebilirdim o zaman, uzun uzun düşünmeden. Gitmezdi belki, gitmeseydi çamurdan yemek yapardık yeniden.

Aynı merdivenin aynı basamağında oturuyorduk o gün yine. Son`ların sadece filmlerde olduğunu zanneden küçük ruhum, bütün kaldırım taşlarını saymıştı, o konuşana kadar. Bakmak istemiyordum zaten. Görmek istemiyordum kakülerinin gözüne gelmesini. Konuşmayacaktı belki de, konuşmayı bilmezdik zaten biz. Şarkı söylesem geçmezdi. İçimdeki farkı bir şeydi, yeni yeni tanıdığım. Tren o saçma sesiyle yeniden yaklaşıyordu istasyona, trenleri severdim önceleri. Ama artık sevmem trenleri, uzayıp giden kırmızı vagonlarını. Elleriyle oynayıp duruyordu. Dengesizdi. Uzundu saçlarım.

“Trende hiç uyumadan etrafıma bakıp sonra oraya vardığımızda sana mektup yazacağım. Babam tren yolculuğunun çok güzel olduğunu söyledi.”

Konuşacak bir şey bulamadığımdan sustum. Kaldırım taşlarını dördünce kez yeniden saymaya koyuldum.

“Bu şekerleri bana mı getirdin?”

Elimdeki rengarenk şekerleri yere atıp parçalamak, sonra üzerine basmak istedim birden o an. Sustum. İçimde takılmıştı bir şey.

“Yazları hep geleceğiz, salıncakta şarkı söyleyeceğiz yine.”

“Uzak mı orası?”

“Koşarak gidilmezmiş, babam öyle dedi.”

Ardından çantamın içinden çıkardığım küçük bir poşeti verdim ona. Beceriksizce kaplamıştım çok sevdiğim kitabımı.

“Bu, gidiyorum diye mi?"

“Kitabım vardı ya hani benim, sen çok istemiştin, ben okudum çok kez, sanırım sende kalabilir.”

Çarpık gülümsemesi yüzünde belirmeseydi tutabilirdim kendimi, ağlamazdım belki. Avuçlarımdaki şekerleri de kucağına bırakıp dengesizce kalktım oturduğum basamaktan. Başım dönmüyordu, garipti, gözlerimde dünya dönüyordu sanki.

“Yarın geldiğinde trenden el sallayacağım sana.” dedi gittikçe azalan sesiyle arkamdan. Koşarak yaklaştı yanıma. Ağırdı adımlarım, küçücük bedenimi bile zor taşıyordu ayaklarım.”

“Gazoz kapaklarını biriktirdiğinde geri döneceğim.” dedi garip bir fısıltıyla. Bu yüzdendir ki bilmem, hayal miydi gerçek miydi söylediği.”

Yine anlamsızca aynı noktada duruyordu ayaklarım. Gittiğinde kestirmeseydim saçlarımı şimdi koşarak uzaklaşabilirdim buradan. Eskimiş her şeyi birden silebilirdim belki de. Eğer uzun olsaydı zaman, kırmızıyı sevebilirdim. Bir tren sesi uykusuzluğa mahkum etmezdi o zaman beni. Trenleri sevmem ben, özellikle uzayıp giden kırmızı vagonlarını ve o zamanlar bile bütün gazoz kapaklarını biriktirsem de geri gelmeyeceğini biliyordum onun.

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!