26 Ağustos 2007 Pazar

Uykuda Kelebek

Olmayan bir parçasına sığınmış haritanın...
Sınırlarda gezinen mevsimler gibi kader,
Süzüldüğünde boşluğa sen...
Yok nehir olma vakti değil şimdi
Kimsenin bilmediği gibi
Duymak istediği gibi...
Gerçek bir kavganın
Son vuruş darbesinde kalmış kelimelerim
Oysa söyleyebilirdim
Konuşmak zor değil.
Zor olan susmak...

Çalıntı bir şehrin geçici yollarında
Kaybolmuşsun sen
Sona değildir yolun
Sonlar yoktur ki zaten...

Çatlamış ellerin yazmaz ki senin
Kırıklarından dökülen saçlarına
Öylece bakarsın olmadık yaşlanmış zamanlarında...

Gecenin ikisi
Saatten bahsetme bana..
Dengesizce durdurma
Ölüme yaklaşmış zamanları...
Ölmek kimi zaman insanlara
Kimi zaman da kelebeklere özgüdür zaten
Bilmesen de sen
Kelebekler bir gün ölür
Hiç düşünmeden...

kum atlas

- yol zamanı -

-yollar bölü zaman eşittir sıfır;
tanrı olduğumuzu kutluyor
yerde sular ve gök katları.

-yollar bölü zaman eşittir bir;
beklenmedik anlarda

nasıl da insanoğluyuz.

-yollar bölü zaman eşittir sonsuz;
düşüyoruz birer birer,
düşüp yollarda kalıyoruz.

25 Ağustos 2007 Cumartesi

Gecikmiş Sefer-II

II

Deniz Özlem’in oturduğu kaldırımın sağındaki kavşaktan dönerek istasyonun bulunduğu merdivene doğru ilerledi. Kaldırımın üzerindeki çantasını unutup sessizce ayağa kalktı Özlem aynı anda. Kaldırımda Özlem yoktu artık, zaten görmemişti Deniz onu. Elindeki yeşil hırkası, bilmediği güzel bir anı bekliyordu. Kaldırımın karşısındaki düz yola bakarak iskeleye uzanan merdivenlere doğru yürüdü Özlem. Elindeki yıldız tüm rengini kaybetmişcesine koyulaşmıştı. Parmaklarının arasında sıkıp tüm fark edilmemişliğin sinirini yıldızdan çıkarmak istedi. Vazgeçti. Yere attı yıldızı ve sanki bir kağıtmışcasına üzerine basıp geçti. İskeleye doğru giden merdivenden, her zamanki gibi yavaş yavaş değil de hızlıca indi. Özlem’in yanından geçenler fark etmedi onu. Fark edilecek bir yanı da yoktu, İstanbul’da acelesi olan insana kimse şaşmazdı zaten. En kötüsü de tanımadığı bir insanı sevmekti belki de. Yok sevmek de değildi zaten bu.


Deniz elindeki valizin ağırlığını unutarak hızlıca çıktı, istasyona giden merdivenden. Hiçbir şeyi bilmemenin cezası yoktu. Herhangi bir tümsek durdurumazdı Deniz`i. Fark etmemenin en büyük ağırlığı da hiçbir şeyi bilmemekti. Deniz biraz sonra istasyondan kalkacak olan trenin, pencere tarafındaki 25 numaralı biletine sahipti. Hiçbir şeyin farkında olmadan gidecekti. O an, istasyondaki şefin değişip de genç birinin geldiğini bilmeyecekti mesela. Hiçbir şeyin anlamı yoktu dünyada. Genç istasyon şefi, Özlem`in nakaratta kalan şarkısının devamını açtığını bilemezdi. Deniz ise ne şarkıyı, ne de Özlem`i bilebilirdi. 14.45`te kalkacak trene binip gidecekti. Gitmelerin özgür kısmına denk gelen insanlardan biri olduğundan, arkasında ağlayan bir beden bırakmayacaktı Deniz. Gitmek her şekilde terk etmek ve isyan etmekti.



İnsanın bildiği yeri unutması, ancak filmlerdeki meşhur hafıza kaybı sahnelerinde olurdu. Yoksa insan, her şeyi beyninin bir köşesinde saklardı. Özlem hiçbir şeyi silemeyen insanlardan olduğundan, beyninin köşesinden değil, tam merkezinden çıkardı, iskelenin uzak merdivenlerini. İskelenin üzerinde yavaşça ilerledi Özlem. Hız yaşama özgüydü zaten. Ayakları betona değil de birkaç metre altındaki denize başıyordu sanki. Hiç bir şey yoktu. Adını bilmediği adam, adını öğrenemeden gitmişti. Bazen insan ne kadar da aptal oluyordu, belki birkaç kelimede bulabilirdi konuşmayı Özlem. Ama bazen olur ki, insan tüm ümitlerini tüketmek ister, gitmek ister insan. Ölümle yaşam arasında yahut gitmek ve kalmak arasında ne vardır ki zaten?


Özlem elindeki yeşil hırkayı sol tarafına bıraktı iskelenin. Muhtemelen biraz sonra başkasının sırtında olacaktı hırka, umrunda değildi Özlem`in. Sahip olduklarına bağlı insanlar, eşyalarını zamansız bir yerde bırakabilirlerdi. Onların istisnası değildi bırakmaları, gerçek buydu. Özlem denize baktı. Bilmemek, hayallerin arkasına saklanmaktı. `Deniz` yoktu, ama deniz vardı, önünde laciverde dönüşen. İntihar birilerini bekleyen bir sondan öte, bir başlangıçtı, iskelede kimse yoktu o anda. Birisi olsaydı da fark etmezdi zaten. İstanbul`da insanlar birbirlerinin kaderlerini değiştirmeye çalışmayacak kadar umursamazlardı. Özlem sonun ne olduğunu bilmediğinden, belli zamana geldiğini fark ettiğinde, köprünün kırık demirlerinin ardından kendini boşluğa bıraktı . Boşluktan sonsuzluğa sonra... Öyle üçüncü sayfa haberleri gibi değildi ölüm. Boşlukta bir beden ölüme değil, kurtulmaya ulaşmıştı sanki. Anlatmak zordu[1] ölümü bile anlayamıyordu insan zaten. Ölüme yakın yaşamı yahut olumlu gitmeyi nasıl anlayabilirdi ki?


Deniz ilk defa seferine yetiştiği trenin 6. sırasındaki, 25. koltuğa oturmuş, aynı trende gideceği insanların sevdiklerine bakıyordu pencereden. Yanına saçı başı dağılmış bir adam, kızıyla beraber oturdu. Kızın kirli suratı güzelliğini gizlemiyordu. Üzerine bu sıcakta hem fazla, hem temiz, hem de büyük bir hırkayı giymişti, ilk defa trene binmenin heyecanıyla babasının kucağında yerini aldı kız .


O anda Özlem, anlamsız bir mavide yok oldu. Deniz trende arkasına yaslanıp kızın yeşiline takılı kaldı, kızın yeşilinde kayboldu. Hiçbir şey tesadüf değildi, seçtiğimiz yollardan ibaretti önümüze çıkan güzel şeyler. Bir mavi, yeşile karışamadan gittikçe boğuldu, İstanbul`un ortalık yerinde. İstasyon şefi, trenin düdüğüyle beraber değiştirdiği şarkıyı mırıldandı içinden. O anda trenin içinde çalan nakarat da aynıydı, Özlem`in genç bedenindeki boşluğa bakan bir kadının kulaklığından gelen nakarat da. Tesadüf mü? Hiçbir şey tesadüf değildi ve tesadüf de yoktu zaten.

24.08.2007 23:53:54

Gecikmiş Sefer-I

Aynı renksiz zamandan gelmişlerdi, biliyorum. Kadın öylece yere oturmuş, dakikaları sayıyordu. Zamanın olmadığını bilmiyordu kadın. Saçları kabullenmemiş bir kızıla oturmuş, elindeki yıldızı döndürüp duruyordu. Terliğinin tabanını tak tak yere vuruyordu kadın, birazdan gelecekti o, biliyordu. Bilmek, bazen nasıl da başa belaydı. Öylece bakıyordu kadın. Bazen durduğu olur dünyanın. Tek bir yaşam, tek bir şarkı olur bazen. Aynı saniyede durur şarkı. Öğle. Sıcağın altında oturmuş, aynı şarkıyı tekrar söylüyordu kadın. Gelecekti elbet, burada ağustosun sonunda, garip bakışların ardında, sokağın ortasında oturması boşuna değildi. Gelecekti. Güzel ne kadar rüya ise, rüyalar da bazen o kadar gerçekti. Dün bir yıldız vardı, penceresinden uzakta, uykusuzken onu yakalayan. Komik gelmişti yıldız, dilek tutmak da komikti zaten. Ancak sabah kalkıp çekmecesinde ,kim bilir, oraya ne zaman koymuştu biri bilinmez ama, gümüşe çalan bir yıldız bulmuştu, biraz eskimiş, ama parıldayan. Tesadüf. Tesadüf kelimesi bile şaşırtırdı insanı. Yıldızı eline alıp çıktığından beri aynı yerde oturuyordu kadın. Kaldırımın solmuş grisinin üzerine hırkasını bırakmış, bekliyordu. Uzak. Gittikçe uzaklaşıyordu dakikalar, en azından kolunu yakan saat öyle diyordu.

Kahverengi. Gittikçe dikleşen çizgilerle birleşmiş gözlüğüyle uzaktan yola doğru yaklaşıyordu adam. Saçları karışmış, gözlerinde dünün uykusuzluğundan kalan yorgunluğu… Elindeki valiz dağınıklığın verdiği özenle toplanmıştı sanki. Üzerinde de eksik bir şey var, toplanmamış bir bavul gibi hayatı: dağınık ve eksik. Gülümsemesi bile dağınıktı adamın. Soldan hafifçe eğilirdi dudağı. Dünyanın güzel olmasının tek nedeni; dağınık olmasaydı. Toplanmışların bir sınav kağıdından farkı yoktu. Adamın gözlükleri biraz sola kaymış, elindeki çantasıyla yola doğru yürüyordu. Gri. Dümdüz bir gri vardı önünde.

Biriyle konuşmuyordu kadın. Fark etmemişti ama adamın geldiğini. Öyle bir yer ve zamandaydı ki tesadüf, istesen gelmez, çağırmasan gelirdi. Yazmayı bilmiyordu kadın, ama uzundur yazıyordu geceleri. Yazmak öyleydi. Garip bir esintiydi sadece. Kadın saatine bakıyordu yine. Uzaktaki yolda fark ediyordu adamı. Adam, yine o çarpık tebessümüyle, çantasını dengesizce taşıyarak yürüyordu, ona yaklaşıp zamandan uzaklaşıyordu sanki. Her şeyin farkındaydı kadın, hiçbir şeyin farkında değildi adam.


Kadınlar kaça ayrılır bilinmez. Eğer böyle bir istatistik yapsaydı insanoğlu, kaldırımın üzerinde oturan kadını hiçbir sınıfa dahil edemezdi. Dışarda kalmak bile bir yere ait olmaktı aslında. Güneş en korkunç ışınlarını, hiç acımadan kadının açık tenine yolladığından, gözlerinin rengi anlaşılmıyordu kadının. Elaydı gözleri. Alerjik bünyeye sahip her insan gibi o da güneşi değil, geceyi severdi. Aslında neyi sevip sevmediği pek de önemli değildi. Ne geçmiş, ne gelecek vardı. Yaşam sadece şimdilerden oluşan, sonuna –yor eki getirilen fiillere aitti. Şimdinin zamanı ise sevmekti. Sevmek de değil belki, ucunda tanımadığı bir beden, bilmediği bir ad vardı. Adamın gözlerindeki maviye bulanan rengi değil, çarpık tebessümünün suratındaki anlamsızlığını seviyordu kadın. Dağınık valiziyle yürürken, gözlüklerini düzeltmeye çalışmasını seviyordu. Sevmek ayrıntıdaydı zaten. Özlem de bir ayrıntıydı hayatta. Bazen düşünürdü de Özlem, tüm ayrıntılar silinir gider, gittikleri de pek anlaşılmazdı. Özlem gidecekti, eğer fark etmezse, dağınık hayatlı adam onu. Gitmeler zaten, adı Özlem olan bir insan için doğaldı.


Farkında değildi adam kadının. Oysa tam da görüş mesafesine denk geliyordu. Görmek istemediğinde bakmıyordu insan. Tek zamanın farkındaydı adam. Elindeki valizi evden çıkmadan evvel sinirle toplamış, şimdi de gidiyordu. Gitmelerin korkunç yanlarından öte, cesaret sınırlarını taşıyan yanları vardır. Her insan öyle dağınık valiziyle çıkıp gidemez, bu yüzdendir ki belli adresleri vardır insanların. Sınıflandırmaya dahil olmayanların toplandığı boşluktaki insanlar adreslerinden sıkılanlardır. Deniz, adının anlamını hiçbir zaman unutmadığı için sürekli adres değiştiriyordu. Dağınık hayatının taşlarını bir kez daha yerle bir ediyordu. Treni kaçırmamak için hızlıca yürüdüğünden Deniz, Özlem’in kızıl saçlarındaki renk değişimini fark etmemişti. Zaten Özlem diye biri yoktu. Özlem için adını bilmediği, dağınık saçlı, yandan tebessümlü bir Deniz vardı ama.


Deniz, dağınık hayatını taşıdığı valizle Özlem’in oturduğu kaldırımın önünden geçti. Önce fark etmediği, ancak sonradan adımlarını beklediği adam, Özlem’in kaldırımın ortasında neden oturduğunu bile düşünmeden yanından uzaklaştı. Kokuların anlamsız hikayelerini düşünmeyecekti Özlem. Adam bildiği, özlediği gibi kokuyordu. Şarkının aynı nakaratta takılı kalması da tesadüf değildi. Tesadüf diye bir şey yoktu zaten. Yollar vardı, ince çizgilerle ayrılmış, seçilen bir yolun üzerindeydi tesadüf. Özlem bekleyecekti Deniz’i, tüm cesaretiyle yola çıkan Deniz, her gün gittiği kestirme yoldan değil de, Özlem’in oturduğu kaldırımın bulunduğu sokaktan geçecekti, istasyona gitmek için. Hiçbir şey tesadüf değildi yani. Çizginin dışında kalan iki yaşamın, her şeyi bırakarak gitmek için aynı günleri seçmeleri de tesadüf değildi, tesadüf yoktu zaten.

23 Ağustos 2007 Perşembe

Anlamlandırma Oyunu

Çarpık kentlerin düşüncesiz zamanı, hoş geldin!


Uykumu bölen bir gecenin ortasında, tüm sesler uzaktan bir kavgaya çağırıyor beni. Gecenin bu en olmadık saatinde gir-dap gir-dap diye bağırıyor eski sandalye, bir öne bir arkaya doğru sallandıkça. Ayaklarının üzerine basıyorum sandalyenin, sussun diye. Susmuyor…


Sürekli oynadığım oyunun tüm savaş stratejilerini ezberlemiş beynim. Ancak benle konuşmaya gelince kaçıyor benden. Sanki ben değil de bir başkası içimdeki. Tanımıyorum onu, tanımak istemedikçe de ayrılıyor benden. Nesneler konuşuyor sadece. Sokaktaki patlamış borudan şıp şıp diye bir ses yükseliyor sonradan. Düşlerim sessiz, düşüncelerim allak bullak.


-Sinirlisin.

Sinirliyim diyorum en sakin tavrımla. Oysa pencerenin camına vurup elimi kanatmak istiyorum delicesine.

-“Kırgınsın.” diyor saat, zamanı hatırlatan tik taklarıyla. Tik taklar bu sefer kır-gın kır-gın şeklinde çıkıp kulağıma ulaşıyor. Yine kafayı sıyırma mertebesine ulaşmış bir deli oluyorum sanırım. Arkamda bir gölge var, gelip beni boğacak belki de. Yatağın altında bir adam bekliyor, beni yakmak için. Tüm paranoyalarımda kayboluyor sorularım. Konuştukça anlamsızlaşıyor hayatım. Sesler geliyor yine, korku dolu ve nefesleri kesilmiş…

-Unutuluyorum.
-Unutmak istiyorsun aslında.
-Kırık dökük kelimelerle konuşmak istemiyorum.
-Susmalısın.
-Uykumu bölüyor içimdeki.
-Öylece uyuyakalıyorsun, gecenin sessizliğinde.

Sussun istiyorum içimdeki. Benden daha sakin sesim. Korkuyorum. Yine ölümün anlamı geliyor aklıma, yaşamın anlamsızlığının yanında. Yaşam öyle basitçe kekelerken, ölüm siyah bir çizgiyle siliyor her şeyi. Tüm renkleri ezip geçebildiği için ölüme siyah derler aslında.

-Kimseyle konuşmuyorsun.

Bir fısıltı halinde yükseliyor bu sefer ses. Karşımdaki duvardan çarpıp bana doğru bağırıyor sanki.

-Konuşuyorum.
-Bilmiyorlar hasta ruhunu insanlar, hep farklı rollerdesin.
-Sus!
-Kendini bile susturuyorsun.

Konuşmuyorum… Ne sevmenin ilginç aptallığından, ne de ölümün ötesindeki yaşamın saçma sınırlarından bahsedebilirim zaten. Korkuyorum. Elimdeki kalem, yazmaya utanıp önümdeki boşluğa düşüyor. Yazmıyorum. Yazamıyorum. Öldürmek istiyorum sesleri.

Anlamsız nesnelerin saçma sesleri! Çıkın gidin buradan! İntihar bile mantıklı geliyor bazen yaşamın yanında. Nefesimi tutuyorum, susuyorum. Ölme korkusu değil benimkisi, öldürme tutkusu hiç değil. Konuşmuyor, kızıyor ‘ben’ bana. Susuyorum, nefesim tutup yok oluyorum…

23.08.2007 19:15:37

16 Ağustos 2007 Perşembe

Yalnız Ruh Sahnesi

Dün-ya
ve bencil bir oyuncu ben...
aynı perdeye denk gelmiş
yalnız ruhlarız biz,
korkak ve silinmiş isimlerimiz...

aynı karede kaybolan yüzlerimiz...

tüm adımlar tanıdık uzaktan
uzaklar başlangıca öyle yakındır ki oysa
büyümüş,

korkularda bedenlerimiz…

ne bir gemi

ne de bir balık olma umudunda ruhlarımız

uçları dokunur şarkıların boşluğa

şimdi ölmelerin zamanındayız...

Sahibi belirsiz bir türküdür kimi zaman yaşam

Henüz sallamadığı bir beşiğiz,

Annenin ellerine bırakılan,

beyaz ve kimsesiz…

bir boş zamana düşer saatler,

boşluktan öteye..

kaybolur…

kaybolur her şey mavinin içinde.

Öylece sinmiş adımız renklerimize.

Öylece durur renkler içimizde.

Unutmuşuz

kimsesiz rollerimizi oyunumuzda,

Yaşamımız ki;

Eksik bir kanadını ararız

Kaybolmuş uçurtmanın

Mavideki beyazın içinde.

15 Ağustos 2007 Çarşamba

Hiç Bulamadılar...


Gaipten gelen ses:

—Sadece bakışları vardı elinde durgun, anlık bir haldeyken. Yan yana ama birbirinin düşüncesinden habersiz iki kişi… Anlam vermedikleri duygular… Rekabet mi, hırs mı, nefret mi yoksa…
Ya dokunsaydı eli eline?

İkisinin de yürüyecek yolu vardı ayrı sonlara varan. Yollarında duraklar, duraklarda onlara dost, sevgili, düşman bekleyenler… Kişilerin yanında duygular ve fikirler vardı. İkisi de fikir insanıydı. Ama ikisinin fikri birbirine kancaydı, bir diğerini aşağı çekip düşürebilecek. Bakışlarsa fikirsizdi. Sözleri adam öldürürdü oysa. Yağmur zamanında erirlerdi. Yoksa?

Açıklanamazdı işte. Karın ağrıtan zaten delisi olunan bu “açıklayamamaktı” Gizli her şey utanılacak ya! Gizli her şey gurur var ya! Gizli her şey beklerken ölelim diye…

Gitti sonra, bitti her şey. Yollar yüründü, aşıldı tüm engeller ama hep kendi kimliklerindeki yazılı yollar…

Dinlendi sonra gece. Yıldızlar kaydı. Her kayış bir kıvılcım yaktı. Her kıvılcım bir ağacı tutuşturdu. Tutuşan ağaçlar şehri yaktı.


***

“Neresindeyim zamanın? Senin olmadığın takvim yapraklarında…” diyerek üfledi mumu Ceren. Yine kapladı siyah odayı boylu boyunca. Hüzünlü olmayı seviyordu bekli de sadece. Acı hatırlar daha da acıtıyordu kendisini, evet zevk alıyordu ağlamaktan ve kendine acımaktan. O zaman Teoman ona bağırmalıydı “Yaşa… Yaşa… Yaşa… Sevdiklerin var burada hala…” Bağırdı. Hiçbir şey değişmedi. Hala kendine acıyordu.

***

Yine terk etti sevgilisi Emre’yi. Yine, yeniden… Hiçbir şey değişmiyordu. İçindeki tüm duygular kat kat terk edilmişlikle kaplanıyordu. Acıyordu kendisine. Bir sigara yaktı ama parmaklarının ucunu yakamadı. İnsan kendisi için yaşardı, fazla büyütülmemeliydi…

***

Cesaret edemedi Seçil söylemeye. Sondan kaçıncı olurum diye düşünmekten alamadı kendini her seferinde. Her seferinde birileri üzüldü bu üzülen hiç Seçil olamadı. Onun duygu defterleri çizilmeden kapalı kaldı…

***

“Hiç bulamadılar belki de gerçek aşkı.” Dedi Ceren, Emre ve Seçil isimleri ile ünlü oyuncuların oynayacağı ve ilk bölümün bu gece ekrana gelecek olan dizinin reklâmını sunan gaipten gelen ses…

Ve bir “Ah…” çekti, evin annesi “Ah, aşk?” dedi tekrar, çorba tenceresini masaya yerleştirirken. Sonra koltukta şekerleme yapan atletli atletik kocasına baktı.

9 Ağustos 2007 Perşembe

Denge`siz Bulut

“Yüksek sesle konuşmalı,
Bağıra çağıra şarkı söylemeli aslında,
Yaşamla ölümü nasıl ayırabiliriz ki başka?”


Bildiğin her şarkıda ağlayabilir, duyduğun her cümleye gülebilir, tanıdığın herkese merhaba diyebilir yahut tanımadıklarına elveda diyebilirsin şimdi. Artık öyle ya da böyle yaşayabilirsin.


Zaman kısaldıkça sana yaklaşıyor. Bu gördüklerinin hiçbiri gerçek değil. En sevdiğin odan yok mesela. Şimdi uzun,dümdüz bir caddede koşmuyorsun, ayaklarının altındaki cadde değil, beyaz çizgileri de yok üstelik bu caddenin. Ne’den kaçıyorsun, yaşadıklarından mı? Korkuyor musun insanlardan? Her gün aynı durakta, aynı otobüsü beklediğin insanları mı bekliyorsun, o kaldırıma oturmuş, gelmeyeceklerini bildiğin halde…


“Neredesin? Kimsin?” Bu soruları önceden hiç sormamıştın kendine. Şimdi çantanın içinden zar zor çıkardığın aynaya bakıp kendine hesap mı soruyorsun? Gözlüklerin biraz yamulmuş mesela, belki de yeni bir numaraya talip olmalı gözlerin, biraz sisli bir pencereden bakıyorsun çünkü aynaya…


Yalnız mısın? “Yalnızlık güzel şeydir, yanında sevdiklerin varken”. Ağlayamayacak kadar karışık, gülemeyecek kadar mutsuzsun şimdi. Sen şimdiki zamandan mı bahsediyorsun? Oysa sen hep geçmişte kaybolmuştun. Fotoğraflara bak biraz, belki hatırlarsın.


“Yaşam garip bir şiir, herkesin anlayamadığı.” demiştin geçende. Şimdi anlayabiliyor musun yaşamını? Ayakkabılarını bile giymeden gitmek istiyorsun bu evden, biliyorum. “Bütün her şeyi silebilsem.” diyorsun içinden, aslında hiçbir şey yazmadın güzelim sen yaşamına, hiç farkında değilsin.


Şimdi ölene kadar uyusan… Bütün her şey garip bir şaka olsa… Dünyada iki gerçek vardır aslında: Yaşam ve ölüm. Sevdiğinin öldüğüne inanıp üzülmek mi daha iyidir yoksa onun hiçbir zaman yaşamadığını bilmek mi? Bütün sorular beynini delip geçiyor, hepsi küçük bir iğneyle takılı kalıyor beynine. .Düşündüğünü sanıyorsun oysa. Bunca zamandır çok şey yaşamış olduğuna inandığın insan aslında yokmuş. Varlık ve yokluk arasında kafan karışıyor. Onun ölmediğine sevinmek istiyorsun, ancak sevinemiyorsun, zaten olmayan birinin ölmemesine sevinebilir mi ki insan?


Gözlüklerini çıkartıp yeniden bakıyorsun puslu aynana. “Belki ben de yokumdur.” diyorsun içinden. İnsanlara bakıyorsun, seni görüp görmediklerini merak ettiğinden, aniden bağırıyorsun, sana bakıyorlar bazıları garip bakışlarla. Sokak kalabalık, bazıları duymuyor sanki seni. Koşarak şarkı söylemeye başlıyorsun. Yine bazıları bakıyor sadece, hiçbir zaman herkesin ilgisini çekmiyorsun. Ben sadece bazıları için görünebilirim deyip onun da sadece senin için yaşamış olduğuna dair iyimser varsayımlarda bulunuyorsun. Nefes nefese kalıyorsun, şarkın daha bitmemişken.


Duyduklarına inanmak ya da inanmamak senin elinde. Ama öyle birisi yok işte. Bulut diye birisi yok, senin hayatına girip daha sonra ani bir ölümle çıkmış. Onun öldüğüne üzülmen de mantıksız. “Neden sadece bir hayalde yaşamışım?” diye soruyorsun kendine. Bütün soruların cevabı olmadığını öğreneli çok oldu oysa senin için.


Gözlerini dikip baktığın yerde de maviye boyanmış dört katlı bir ev yok aslında, hiç olmadı da. Karşında küçük bir bakkal var, hemen kendine en sevdiğini sandığın çikolatalardan alabileceğin. Bağırıp çağırmak ya da susmak istiyorsun, biliyorum. Sen sadece adının Denge olduğunu biliyorsun. Yanılmıyorsun bu sefer, adın Denge. Ama ismini koyanlar yanılmışlar, görüntünle, konuşmalarınla, hayatınla tam bir dengesizlik çiziyorsun. “İnsanlar isimlerinin anlamını taşırlar.”


Hava soğuk, ayakların titriyor, tüm vücudun ürperiyor birden. Soğuk üşütmüyor aslında tenini, sorular sarmışken beynini. Çantana bakıyorsun –çantan gerçek- , içinden mavi cüzdanını çıkartıp O’nun fotoğrafını arıyorsun. Hafızanın sana hatırlattığı gibi ilk sırada olmalı cüzdanında, O’nun fotoğrafı. Sadece küçük beyaz bir kağıt görüyorsun ilk sırada. Küçücük gözlerini koskocaman açıp korkuyorsun. Elindeki çantanı yere atıp basamaklara oturuyorsun. Bütün fotoğraflara bakıyorsun, herkes yerli yerinde sadece O yok. Küçük, beyaz kağıdın arkasına “Bulut “yazmışsın mor bir kalemle. “Moru çok severim…Bulut…” diyorsun içinden.


Uzunca bir süre oturuyorsun gri, yan tarafı turuncu beyaz çizgilerle uzayıp giden kaldırımın üzerinde. Hava soğuk, yüzünü ellerinin arasına almış, tüm hücrelerinin yerini değiştirmeye çalışıyorsun.


“Farklı zamanlarda kaybolmalı insan.” Kendini bulamıyorsun. Oturduğun kaldırımın biraz ötesinde bir otobüs duruyor, o her gün beklediğin durakta. Neyin gerçek, neyin sahte olduğunu anlamaya çalışıyorsun. Her şey gerçek gibi aslında. İnsanlar geçiyor önünden, sana bakıyorlar, senin hakkında tahmin bile edemeyeceğin şeyler düşünüyorlar. Şu kavşaktan döndüklerinde unutulup gideceksin onların beyninden. Kendini “deli” gibi hissediyorsun.


Ayağa kalkıp koşmaya başlıyorsun. Uzun gri bir yol var önünde, ortasından beyaz çizgiler geçen. Onun bile gerçek olduğuna inanamıyorsun. Aynadaki suratın aklına geliyor, korkuyorsun. Gerçek nedir ki sahiden?


-Bunu Denge’ye yaptığın için her zaman pişman olacaksın Bulut! Artık isminden bile şüphe ediyor kız.
-Üzgünüm, beni unutması için tek yol buydu.
-…


Denge, mor kalemini eline alıp uzun zamandır dokunmadığı defterine ilk defa yazdı.


“Yüksek sesle konuşmalı,
Sessizce uçmalı aslında,
Ve uyandığında sadece aynaya bakmalı,
Hayalle gerçeği
Yahut gökteki bulutla, yerdeki Bulut arasındaki farkı,
Nasıl ayırabilir ki insan başka?”


14.03.2007 22:05:25

8 Ağustos 2007 Çarşamba

Cihangir

En sert makyajı yaptım bugün kendime. Sokağa çıkılmayacak kadar uç kırmızı rujumu ve lacivert göz kalemimi kullandım. Gözlerim ağlamaklı ve ruju yiyecek kadar öfkeliydim. Birden aklıma annemin evde olmadığı geldi. Evde olsaydı bu şekilde dağıtamazdım. Derken aklıma ablamla oyun oynamak için annemizin evden gitmesini beklediğimi zamanlar geldi. Sinirimi kırmızı rujdan çıkartmak mümkün olmuştu, her ne kadar geçmişe gitsem de...

Küçükken ablamla "genç kızcılık" oynardık. Ne büyük bir şeydi genç kız olmak. Annemiz gidince evden, havluları çıkarır salondaki halıyı havuz, halı dışında kalan yerleri de güneşlenmek için kullanırdık. Elbette ki sevgililerimiz de olurdu. Ve oyunlarımızın en güzel kısmı onlara ve kendimize isimler yaratmaktı. Makyaj serbestti. Müzik oyuna renk katardı. Bir düzen oluştururduk aklımızca. Havuzdan sonra diskoya gidilir, ve orda aşk sözcükleri söylenirdi. Ne derdik en fazla, hatırlamıyorum. Neden sonra beğenmedim kendimi. Oyunda adım hep Selin olurdu. İçimde bir Selin vardı. Sarı saçlı, mavi gözlü... Tek ortak noktamızdı, saçlarımızın düz olması. Ve kocamın adı hep Hakan olurdu. O zamanlar Hakan Peker pek modaydı. Ona âşıktım. Sanıyorum Hakan meselesi buradan geliyor. Görseydim Bob Dylan'ı , tabii ki kocamın adı Bob olurdu. Ama onu daha o zamanlar görmemiştim.

Oyunlar evle sınırlı kalmazdı tabii ki. En sevdiğim arkadaşımdı Cihangir. Cihangir benim ilk aşkımdı. Tombul halimle onu tahterevallide asılı tutmak pek güzel olmasa da severdim yine de.

Gökyüzünün mavisi aklımda çok belirgin. Güneş tepede olunca park bomboş olurdu. Biz o saatlerde bir balkonun altında bulduğumuz toprak yığınıyla çamurdan neler yapmazdık ki. Saklardık onları. Ertesi gün kuruyunca kırardık. Kırılmayınca gülerdik. Kırılınca yine gülerdik. Gülmek çok basitti ve güzeldi. Şimdi olsan Cihangir. Eminim eskisi gibi gülerdik. Cihangir benim en sevdiğim çocukluk arkadaşımdı. O benim ilk aşkımdı.

Liseye başladı bu iki kız kardeş. Genç kız olmuşlardı artık. Ama hiçbir tadı yoktu. Evet güzeldi büyümek. Ama her sene yaşamın içine girince, daha bir uzak geldi hayaller. İnsanların sorduğu ve aradığı bir şeyler vardı. Herkesin adı dışında mutlaka başka bir adı daha vardı. Ve bu her şeyden önemliydi. Üstelik Cihangir' de artık yoktu. Zaman ne çabuk geçmişti. Yılların mı tadı yok, yoksa benim mi?

Sinirimi kırmızı rujdan çıkartmak isterken sakinleşmiştim. Yaşam komikti. Bir bebeğin anlamsız gülüşü gibi... Hazlar nerde saklı? Çocukluk dönemi rüya gibi... Tadı damağımızda kaldı... Yirmili yaşlar... Olgunluk mu? Her şey ergenlikle başladı aslında. Kulağımda yıllardır asılı duran 6. sınıfta bir öğretmenimin sözü:

"Şimdilerde iyisiniz. Biraz daha büyüğünce saflığınız gidecek. Şimdilerde iyisiniz..."

Beynime çivi gibi çakılı kalmıştı bu söz. Saflıktan çıktığım an bu sözü gözümün önüne mutlaka getirecektim. Getirecektim ama safderunluktan çıktığımı nasıl anlayacaktım?

Aynaya baktım. Kıpkırmızı rujumla ve bu göz kalemiyle hiç saf durmuyordum. Gözlerimin içine baktım. Kendimi düşündüm. Selin'i... Cihangir'i... Hakan'ı... Gökyüzünü...

Tanrım, bu bir hayattı. Cinayetler, kavgalar, sözler, yasalar, işkenceler, savaşlar, dostluklar, sevişmeler, kediler, köpekler, sesler....

Bu bir hayattı. Çocukluk, ergenlik ve beni bekleyen otuzlu yaşlardan sonra yaşlılık. Ve ölüm.
Tanrım, bu bir hayattı. Ve ben bu hayatın ötesine gidip, izledim bu büyük yuvarlağı. Bulunduğum meridyenin dışına çıktım defalarca. Görmesem de gördüm, hissettim başka ülkeleri... Bir döngü bu. İçinde hapsolmuşum. Yıkmak her şeyi... Yaşam sanki ne ki?

Ağustos Böceğinin Devamı

Şimdi ağustos ayının sıcağı ortasında ve sinir küpü bir şekilde ellerimi sıkarken, yavaşça yazıyorum yeniden. Ağustos ayı güzeldir, nedeni de benim deyip ukalalık yapmadan neden yazdığımı söyleyeyim şimdi. :) Bir yazar daha katıldı aramıza benim çok sevdiğim, sizin de seveceğiniz, Selin Ak. Bu ağustosun sıcağında bir sıcaklık doğdu içimize. Ona hoş geldiniz diyerek kaçayım ben. İyi günler efendim.

3 Ağustos 2007 Cuma

Teneffüs

eksik bir yanı vardı
kurduğum cümlelerin
üç'e bölünemeyen
sayılar doldurdum
sol cebime...
müfredat dışı bırakılan konu testinde
doğruyu götüren
dört yanlıştan biriyim en utangaç,
sınıfını doğrudan geçen
öğrencilerin gözünde

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!