24 Mayıs 2007 Perşembe

Başka Bir Şarkıdır Söylediğim Benim


“Sessiz gelir yanıma
Başını dizime yaslar
Öylece uyur,
yağmur çiseler
Damla damla gözyaşlarında…”


14 yaşımda -ki bu dönem Süper Baba’nın da, İkinci Bahar’ın da bittiği dönemdir artık-, televizyonla aram bozulmuştu. O zamandan beri ailemle yediğim akşam yemeklerinde beraberce izlediğimiz filmler ve eğer erken uyanmış da okula gitmediysem izlediğim çizgi filmler hariç televizyon pek izlemem. Aslında daha çok Süper Baba’nın bitmesiyle biten bir televizyon serüvenidir benimkisi. Belki de bir şeylerin bağımlılık yaratmasından sıkılmış ruhum televizyon izlemeyi de terk etmiştir bir gün, hipermetrop olmasına rağmen gözlük takmaktan vazgeçmesi gibi.

Süper Baba’nın olduğu yıllarda her Cuma günü, akşam olmasını bekleyen küçücük bedenimle dizinin başlangıç saati yaklaştığında çekmecemden çıkartıp flütümü ve sanırım her çocuğun da o zamanlar yaptığı gibi Yeni Türkü’ ye eşlik ederdim, Süper Baba’yı çalarken onlar. İlk ben söyledim kavgası yapacak kadar küçüktüm o zamanlar. İlk ben çalmaya başlamıştım ezbere Süper Baba’yı kuzenlerimin arasında. Yeni Türkü’ yü o zamanlar bilip bilmediğimi hatırlamıyorum. Ama her hafta daha da geliştirerek çaldığım şarkılarını hüzünlü bulmuyordum en azından o zamanlar.

Dizinin müziklerini de Yeni Türkü’nün yaptığını çok sonradan öğrenecektim. Yahut öğrenene kadar sadece Süper Baba’yı söylediğini zannettiğim Yeni Türkü’ nün aslında her yaşımda beni gün geçtikçe daha uzaklara götürecek ve yine alakasız bir yer ve zamanda yazmam için beynimi zorlayacak şarkılarının olduğunu duyup görecektim. Nedense her dinlediğimde gözlerimi kapattığım şarkılarında bazen kendime şaşarak en sevdiğim şarkı bu dediğim bile olmuştur.

Hangisini daha çok sevdiğime tabi ki karar verememiş de olsam, bazı şarkıları farklıdır benim için. Can Yücel’in sözlerini yazdığı “Başka Türlü Bir Şey” in daha sözleri çalmadan başında çalan müziği bile benim gibi hasta bir ruhu, bir gece vakti uçurabilir umarsızca.

Nedense bana küçük bir kızın ayaklarını yere vurarak koşmasını hayal ettiren “Yağmurun Elleri”, herkesin bir zamanlar şarkısı olmuş “Olmasa Mektubun”, sözlerini yine Murathan Mungan’ın yazdığı ve her dinlediğimde kafamı bulandıran “Çember”, biraz daha hareketli “Deliler”, şimdilerde hüzünlendiren “Süper Baba” ve sanki bir ağıt gibi içime yerleşen “Öyle Sevdik Seni” yi en çok sevdiğim şarkıları arasında sayabilirim.

Geçen sene bahar döneminde Yıldız Teknik’teki Yeni Türkü konserinde herkesin sessizce kendi içinde kaybolduğu bir anda pek sevgili Derya Köroğlu zıplayarak “Yedikule” nin unutulmayan, unutamayacağımız melodisiyle dinleyenlerin ruhunu biraz olsun temizlemişti belki de. Ancak video’ya aldığım şarkılarda keşke ben ve arkadaşım söylemeseydik şarkıları, pek bir komik olmuş nezleye yakalanmış sesimle şarkılar.

Gecenin karanlığında ve sessizliğinde bir kahveye dayanmışken uykusuzluk, daha bir güzel geliyor Yeni Türkü ile yalnızlık. “Her Dem Yeni” albümleriyle her dem vazgeçilmezim olacak grubun tabi ki sevmediğim şarkıları da var, “Yeşilmişik” gibi. Nicedir sevdiğim insanlara ısrarla dinlettiğim şarkılarında uzaklarda bir yerde yaşama umuduyla, uyuyacağım bu gece.

Şehir sessizce gömüldüğünde içine, bir melodi sızar hala uyumamışların ruhuna:

“… Öyle sevdik,

öyle sevdik seni
Hiçbir şey döndüremez bizi
Kimimiz yıldızlar kadar uzak
Kimimiz dört duvar ardında”

24 Mayıs 2007 Perşembe

Not: Şimdi pek sevgili bitirim arkadaşım Derya alınır sesine kötü dedim diye, onun sesi güzeldir aslında. Bu yazım da bitirime gitsin.

19 Mayıs 2007 Cumartesi

Son

Dünyanın en güzel manzarasına bakıyordu ama onu görmekten uzaktı. Köprüden sarkıttığı çıplak ayakları asfalta çıplak basmaktan aşınmış, kanamıştı. O kadar sefil görünüyordu ki…

Tam dilediği gibiydi. Sefil, bitmiş, hayattan hiçbir tat alamaz halde. Acı çekmeyi seviyordu. Ama acı çekmeyi sevdiğini bilmiyordu. Tek bildiği sefil ve paramparça olduğu hiçbir işe yaramadığıydı, bu dünyaya tanrıyı eğlendirsin diye gelmişti; Tanrıyı ve diğer tüm tanrıcıkları.

Tanrıcık diyordu sevdiği ama onu sevmeyen insanlara.

Eh şimdi buradaydı işte. En sevdiği havada –kasvetli yağmurlu bir gecede, ay ışıklarını kendine saklamıştı- yanından geçen arabaların salladığı köprüde ayakları 65 metre aşağıdaki denize kan damlaları gönderirken.

Gözleri ilerideki kız kulesine takılmıştı. Aldatılmışlığının sembolüne. Eh bir şeyi birisinin sembolü haline getirdiğinizde sorun bu oluyordu işte. Nereye giderseniz gidin ondan kurtulamıyordunuz. Ama gideceği yerde kız kulesi yoktu. En azından olmayacağını umuyordu. Tahmini kazıklar ve ateşli geceler üzerineydi… Kız kulesi onun için ne ifade ediyordu? Sadece kendisi biliyordu. Çoğu insan için ifade ettiği şeyi ifade etmiyordu aslında ama O insanların onun için kız kulesinin ne ifade ettiğini anlamamasını istiyordu. En yakın arkadaşlarının dahi. Nedendir bilinmez, sır saklayamazdı pek. Aslında saklaması gerekenleri saklayamazdı. Söylemesi gereken şeyleri de asla söyleyemezdi. Söylediğinde de ya çok geç olmuş olurdu ya da anlamsız olurdu sözler. Ama bu sırrı çok güzel saklamıştı. Birazdan bu sırrı denizkızlarıyla paylaşmaya gidecekti. Hoş denizkızlarına inanan tiplerden değildi. Tabii böyle tipler varsa…

Zamanın gelmesini bekliyordu. Bir de yağmurun dinmesini, kendisi yağmurda denize girmeyi sevmezdi. Tatlı suyla tuzlu su derisine aynı anda değdiğinde içi bir hoş oluyordu nedense. Zaman ne zaman mı gelecekti? Saat 14.20’de. Yaklaşık 12 saat vardı daha düşünecek ve nefes alacak.

Doğrusu düşünmeyi çok severdi. Hatta en sevdiği ve en becerikli olduğu uğraşlarından birisiydi düşünmek. Düşünmek ve düşündüklerini düşünce olarak beynine gömmek…

Birden ensesinden içeriye kaygan bir sıvı sıçradı ve işte! Kaşınıyordu. Ah bu hisse bayılırdı. Kaşınmak, dünyadaki en yüce his. “Kaşınıyorsanız yaşıyorsunuz demektir.” Derdi kendisi alerjisi her başladığında.Yaşayan yaşamayan aşağı yukarı her şeye alerjisi vardı. Tenine değen bir tene, bir tutam saça, makyaj malzemelerine, jöleye, tarağa, bakkalın çırağına, çırağın kedisine… Kaşınmadığı zamanlar ya bilinci yitik olurdu ya da bir şeylere kendini o kadar kaptırmış olurdu ki yaşadığını dahi unuturdu adeta.

Unutmak demişken, kız kulesine bakarken bir anlığına neden evinde olmadığını yağmurlu bir gecede ayaklarının çıplak olduğunu ve neden bu köprüde olduğunu dahi unutmuştu. Bunda hem sabah ilaçlarını almamasının etkisi vardı hem de yine geçmişe dalmış olmasının. İşte kaşınmaya başladığında her şey tekrar aklına gelmişti. Tekrar yaşama dönmüştü.

Sabah yaklaşırken batıdan yükselen pusla beraber kendisine geldi. Uzun süredir bu kadar rahat uyumamıştı ve uzun süredir bu kadar erken uyanmamıştı. Sabahları özlemişti doğrusu. Onun için öğleler sabah olduğundan beri hayatı bir sorunlar zinciriydi zaten. Şöyle söylemek geçiyordu içinden. “yalnızken unuttuğum sabahı burada bulacağımı bilseydim, ölümü değil sabahı arardım uykuda” Düşündüklerini ifade etmekte yalnızken bile çekingendi. Bu nedenle içinden konuştu kendisiyle ve kendi kendine gülümsedi.

Gülümsemeyeli ne kadar olmuştu? Pek değil aslında. Ama her gülüş yabancı geliyordu ona. Dudakları zor alıyordu gülen insan dudağı şeklini.

Yolda yürürken kös kös bakışları geldi aklına, gülmeyi sürdürürken. İnsanlar neden güldüğünü düşünür diye hiç gülmezdi. Sanki insanların ondan başka işleri yoktu. Sanki tüm dünya onun hatalarını çekiştirmek için bir zayıflığını, bir hatasını arıyordu. Aslında aramadıklarını biliyordu ama bu kuruntularından asla vazgeçemiyordu.

Öğlene doğru acıkmaya başlamıştı. Ama az kaldığından yiyecek bir şeyler almak için bir yerlere gitmek için acele etmesi gerekiyordu ve O hayatında sadece bir kere acele etmişti. Acele etmesinin sonuçlarından birisiydi burada olması zaten. “Neyse artık.” dedi yine kendi kendine…

Ah kendi kendine konuşmayı pek de severdi. Ne de olsa çocukluktan kalan bir hobiydi. Arkadaşları onu top oynamaya çağırmadığında kendi kurgusu olan oyunları tek başına oynar, kendi kendine konuşurdu. Çocukluğu ne de güzeldi. Yastıkla öpüşmeyi özlemişti. Bir de Cloudia’yı. O zamanlar çizgi karakterlere âşık olmak için çok küçüktü. Ama hayatının hatırladığı ilk yarısından itibaren sürekli bir şeylere ya da birilerine âşıktı zaten.

Tüm bunları harıl harıl düşünürken köprünün ona yakın olan kısmından bir Mazda 323 geçti. Tam hayalindeki gibiydi; kıpkırmızı, farları açık. Sürmeyi istediği tek araba o olmuştu hayatı boyunca. Geceleri adını sayıklardı küçükken. Hiçbir zaman binemeyecekti gerçi. “Olsun” dedi. İçten içe de arabanın şoförünü kıskanıyordu. Neden onun değildi o araba da, öyle tipsiz ayı tipli bir herifindi. Bu Haktan reva mıydı ona? Neden? Neden? Ve saat gelmişti. Telefonu yıllardır ilk kez ses çıkartıyordu. Alarmı ilk kez kurulmuştu ve çalıyordu. Telefonu çaldığı zaman insanların dikkatini çekeceğinden korktuğundan hep titreşimde bırakırdı normalde. Ama eh burada ondan başka kimse yoktu.

Lanet olasıca hava da 5 ay öncesiyle birebir aynıydı. Sadece mekân farklıydı. O da zorunluluktan… Gözlerini kapattı. “Güle güle” dedi ve elindeki yeşil kutuyu tüm kuvvetiyle rüzgâra ve boşluğa fırlattı. Kutudan bir dünya kâğıt fırladı; sinema biletleri, birkaç kez yazılmış ve asla verilmemiş kartlar, birkaç ufak tefek verilmemiş hediye… Kırmızı ambalajlı yırtılmış bir de kek paketi. Rüzgârda uçup taklalar atarak gözden kaydoldu hepsi. Köprüdeki kanlı ayaklı perişan adam gülüyordu şimdi. Ne yaptığını düşünürken kendini çocuk değil de adam olarak düşündüğü için gülüyordu. Adam olmuştu sonunda ve tüm yüklerini rüzgâr almış uçuruyordu uzağa. Özgürdü artık, yeşil bir kutudan fırlamış bir yiyecek paketi kadar özgür!

Ve şöyle dedi bu sefer bağırarak yıllardır sustuğu sesiyle; “Güle güle, gülebilirsen yine…”

“Üç noktaları öldürdüm. Bitecek artık her şey. Belki hayatım da bitecek bir gün ama sonsuza kadar acı çekmek zorunda kalmayacağım. Rüzgârda savrulan hatıralarımın denize düşüşünü gördüğüm gibi cehennemin dahi sonunu görebiliyorum şimdiden. Var olmak çok güzel.”

17 Mayıs 2007 Perşembe

İsimsiz Hayal

Herhangi bir sesim boşluğun ötesinde
İsmim yok benim.
Büyük bir uçurtmayım küçük ellerde,
Küçük bir umudum, büyük düşlerde.
Hayalim yok benim.
Beklenen bir tren sesiyim istasyonlarda,
Siyah bir karıncayım adımlarda ezilen.

Saçlarım yeşil, saçlarım mor
Rengim yok benim.
4’üm dört harfli bir hücre
Herkesim ama aslında kimse

Ölümüm, beyaz bir tavanda
Yalnız, bir sessizim ben.
Sessiz bir yalnızım ben.

Yeni demlenmiş bir çay.
Tanıdık bir dize,
Mavi bir yolum uzaklarda.
Uzakları sevmem
Gideceğim yer yok benim.

Bir el iziyim yeni boyanmış bir duvarda
Küçük bir mutluluğum
Çocuğunun ilk anne deyişini duyduğunda anne gibi
Korkuyum
Birden çıkabilirim karanlıklardan
Gözlerim turuncu benim
Yazmayı bilmem ki ben...

6 Nisan 2007 22.10

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Fön Rüzgarları 4. Sokağın Çatısını Uçurdu

Bulamadı.
*
Aramadı değil.
*
Ama bulamadı.
*
Hayatına fön çekecekti ama bu kararından itibaren bir tane bile açık kuaför bulamadı.
*

Niye düzleşsin ki her şey? Karmaşık işte, ne güzel! Dümdüz yolda ne zevki kalır ki gaza basmanın! Keskin virajlar olacak, engin tepelerin ardından yaban domuzları çıkacak karşına, belki bir ağaç devrilecek, ya da uçurumun kenarında düşeyazacaksın! Bunları yaşayacaksın, direksiyonu her kırışında sağa sola, miden bulanacak, kalbin duracak gibi olacak. Kalbin zaten bir gün duracak. Yaşlandıkça vites küçülecek. Vites küçüldükçe yavaşlayacaksın ve…

Gençliğini geri çağıran kadın, Azrail’ini kovuyor. Duyuyorum.

Gazeteler manşet atıyor “Ruh götürüldü” diye. Okuyorum.

Garip ama biliyorum, herkesin en hatasız en mükemmel bir kerede yapabildiği tek şey ölmeyi becerebilmek…

Ben zaten hayatımda hiç fön çektirmedim ki. Çektirmeyeceğim de! Saçlarımı taramayı da sevmiyorum zaten. Yıpranmış ve dağınık saç görünümü benim tarzım, anlatamıyorum onların anlayacakları şekilde, anlamıyorum nasıl anlamıyorlar, anladığım sadece anlamadıkları ve onların anladığı benim “aldattığım!”. Düz değil karmaşık. Fönlü değil fönsüz.

*

Bir dostum var dört rakamını çok sever. Onun bir dostu var, dörtten nefret eder ve nefret edişinden de nefret eder. O da fön çektirmez ve “çektirenleri de sevmez” lüksüne erişmiş de değildir. Çünkü tüm dostları fön çektirmiştir. Aslında bu yaratılanların –fön makinesi- ile bir alıp veremedikleri yoktur. Eee… Belli zaten, fön makinesini daha görmemiş bir insan ne alsın ki de versin? Saçma! Sorun görevler… Başta düzleştirme, sadeleştirme, basitleştirme ve benzeri görevleri… Her yer karmaşık olmalı, dopdolu bir karma sistem. Boşluklar kaybolmalı.

Bir şizofrenin doldurma fenomeni bitmeli artık. Garipliğimin katsayısı artmalı. Düşüncelerimdeki istifhamlar çoğalmalı ama cevapsızlıktan aç kalmamalılar. Aç kalınca, geceleri rüyalarıma iniyorlar çünkü. Çünkü rüyalarımda yalancı cevaplar ürettiriyorlar bana. Sonra gün ışığı tüm yalanlarıma karşılık yakıyor beni uyandırana dek, cezalandırıyor gerçekle yüzleştirerek düşlerim beni. Gözlerim kan çanağı oluyor, şelaleler kan çağlıyor, gözlerime dolduruyor. İstifhamlar cevaplanmalı. Atilla bana yardım et, cevap şiirin sonunda mı, peki son nerde?

Bulamadığına sevindi bu düşünü görünce, kuaförlerin bulunduğu bu 4. sokaktan çıkmalıydı artık, istemiyordu fön, mön, jön…
Ama büyük bir cilve hayatın ona oynadığı, imkânsız ama oldu! Cehennemden çıkış yaparak eski bir şehir üzerinden gelen fön rüzgârları dalgası 4. sokağın çatısını uçurdu!

Myra FÖN RÜZGÂRINI BİR ÜFÜRDÜ, BİN KERE DEVİRDİ

Damla kendisini tamamlayınca damlar, biliyorum Özdemir biliyorum. Ama Orhan bilmiyor damlaların tamamlanınca oluşturdukları dalgaların dikilemeyeceğini. Ya aslında Orhan hep dalga geçiyor benimle Özdemir, hep dalga! Elinde bir kırmızı gül, onu bu güzel havalar mahvetmiş! Ben değil! Çıldırıyorum! Atilla desen, sonu olmayan şiirini bana kakalıyor. Ooof of…

Yalnızlık paylaşılmaz ya, gidin başımdan!

*

Saçlarım dümdüz oldu. Dümdüz! Kafama yapışmış gibi. Tüm kuaför dükkânları sanki ben fön rüzgârıyla muhatap olunca üzerlerinden kara büyü kalkmış gibi açılıverdiler. İçlerinden Okşanlarla Şabanlar çıkıp bana gülmeye başladılar, başlama safhasından sonrası da geldi tabi kahkahalar ve benim aptal bakışlarımı taklitler… Kaçmalıyım buradan ve bulmalıyım beni karmaşık yapacak bir şeyler belki de kimseler.

*

Dinle benden sadakatin yüksekliğini dedi yüksek sadakat. Dedi ki “Irmaklar denizlerde, denizler sahillerde durdular. Arayanlar hiçbir yerde, inananlar dualarda buldular.”*

Ben biliyorum ki sahilleri. Sahille denizin buluştuğu yerde ayaklarımı yosunlara takarım, tam da sıkıntının kıskacında ezilirken böylece o yosun kayganlığı sayesinde kurtulurum ezik birisi olmaktan. Sonra denizleri falan da Orhan bilir, o yüzden hiç girmemeli sudan işlere, o bana gülün sebebinin havadan olmadığını itiraf edene dek. İstiyorum ki onu mahveden ben olayım!

Arayanlar da bulamıyorsalar, aramamalıyım, dua etmeliyim.

Pedro** fısıldıyor duasını kulağıma:

“ Gerçeklik benim suçum değil
Onu ben yapmadım.
Ben yaratmadım taşı ne de gülü.
Doğumumu ben istemedim.
Dostlarım olmadı benim.
Aşk bir işkenceydi bana.
Yaşlanıyorum.
Yaşam umudunu kesti benden.
Yalnızlığım: onurum.”

*
Uyandım.
Bu sabah İstanbul’da yağmur var. Yüzümü yıkadım, aynaya baktım. İşte karmaşık karmakarışık saçlarım. İşte yine benim! Mutluyum! Ve yine annem hepimizi kahvaltıya çağırıyor. Birazdan herkes dünyadaki görevlerinin başına gidecek, karmaşık düğümleri çözmeye…


Myra’nın odasının tam ortasında Atilla belirdi. “Myracığım işte uzun zamandır beklediğin şiirin sonunu okuyorum sana: ‘Birbirimizi seviyoruz ve sevgimizden şüphe ediyoruz.’ Nasıl ama? Süper romantik değil mi? Hey nerdesin? Aaa… Gitmiş!”

15 Şubat 2007
19:04:04

* Yüksek Sadakat grubunun “Aklımın İplerini Saldım” dan bir parça
**Pedro Shimose, Ateşin Hükümsüzlüğü’nden

14 Mayıs 2007 Pazartesi

Gece Güne Kavuşurken

Ve güneş kovalarken ay'ı

Uyumak işkencesine katlanmak mı gerekir?

Her gece yatağa girip zincirlere bağlamak mı gerekir,

Kendini,zamanı ve tüm dünyanı?

Güneşin ilk ışıklarını görmek varken;

Neden rüyaların en vahşisini görmek ister insan?

Yıkanmak varken ay'ın son damlalarıyla;

Neden terlemek ister kabusların karanlığında?

Soğukta terli,karanlıkla sarmalanmış...

Kim uyumak ister ki?

Neden dönmeliyiz sırtımızı geceye?

Yıldızlar yok mu gökyüzünde?

Ay parlamıyor mu geceleri?

Meltemler yalamıyor mu tenimizi?

Aşklar bile daha anlamlıyken gece;

Niye yatarız; her gece ecele?

Oysa yıldızlar bize anlatmaz mı;

Aşkını insanoğlunun,karanlığa?

Soğukta terli,karanlıkla sarmalanmış...

Kim uyumak ister ki?

Yıldızlarla parlamış,mehtapta dalga dalga,

Karanlık bir dalgakırandan izlemek varken geceyi,

Ve sarılmak varken ısınmak için aşkına;

Dansetmek varken meltemlerin fısıltısı ve dalgaların şarkısıyla,

Neden sorgularız geceleri nedenleri?

Onları bıraksak ya gündüzün sıcağına,

Onları bıraksak ya gündüzün düşüne.

Ama karanlık rahat; düşler için karanlık güzel,

Her düşle ölmek için,

Ölüp ölüp dirilmek için...

Ve söyleyemiyip kahrolduklarımızla kucaklaşmak için!

Yoksa ne işim var burada,

Şimdi olmak varken yakamozların içinde ufak bir salda,

Yanımda canımla,Onunla...

//05.08// (Bu saat oluyor, tarihi hatırlamıyorum.)

11 Mayıs 2007 Cuma

Yalnız Adam ve Jazz

Ufak su birikintileri...Sessiz bir yağmur...Caddelerin büyüklüğünden,onların haşin yağmurundan sonra gelen dar,sessiz ve sakin sokaklar.Omuzlarımda uzun günün ağırlığı...Ah!Sokağım...Kalemin dış surları...Evime geliyorum...

Göğün ve binaların karamsar grisi içinde yeşil bir zincir misali uzanan çimenler...Sonbaharın sessizliğinde son demlerindeler...

Geniş girişli apartmanım...Yine kendi yalnızlığında...Sakinlerinden midir nedir bu bina bana hep farklı göründü.Sanki canlıymış,sanki çok zeki,kültürlüymüş gibi...Sanki diğer binalar onun yanında gezinen aciz,cahil insanlar...

Dar,uzun merdivenlerim...Hedefe gitmemi engellemeye çalışan basamaklar...Hayatımın her dönemi için geçerli olan engeller,evime girmek için de var...

Ceviz ağacından yapılma kapım...Pahalıya mal oldu bana ama bugüne dek sapasağlam duruyor.Gönlüm rahat.Benim diyen hırsız geçemez.Hoş...Karşıdaki emekli çift varken yanına bile yaklaşamaz...Tonton insanlar,gözleri hep kapıda.Yeter ki en ufak tıkırtı olmasın.Bugüne dek her türlü derdime koştular.Hatırlıyorum da,yeni taşındığım gündü.Hastaydım.Daha telefonum bağlanmamıştı.İşe gidemeyeceğimi söylemek için telefonlarını kullanmak üzere ricada bulundum.Büyük bir nezaketle kabul ettiler.Eve geri dönüşümden yaklaşık yarım saat sonra,belki daha kısaydı ya yalnızlığın ve hastalığın verdiği sıkıntıyla bana daha uzun geldi,yaşlı kapı komşum elinde çorbayla geldi.İyileşene dek karı koca hep ilgilendiler.Dedim ya en ufak tıkırtıda gözlerini kapının deliğine dayarlar hemen.Kapıyı açarken çıkan tıkırtılara geldiler yine farkındayım.İnsanın komşuları tarafından önemsenmesi güzel...Arkanızdaki dairenin içine sızan gün ışığını binanın koridorları ile buluşturan delikten bir an için size bakan bir göz yüreğinizi ferah tutmaya yetiyor...

Açılan kapım ve özlem dolu bir eş gibi boynuma atılıveren yalnızlığım...Evimin beni hoş karşılaması...Paha biçilemez...

Bir aile kurmayı hiç düşünmedim...Sanırım fırsatları iyi değerlendirdim.Ne de olsa iyi bir işim var ve geride sağlam bir kariyer...

Yalnızlığı isteyerek seçmedim elbette ama yaptığım işi de ben seçtim.Yükselmeyi...
Bugün çok yoruldum gerçekten.İş çıkışları dışarıda yemekten bıktım.Evde birşeyler yapacağım bugün.Mesela en iyi yaptığım ve yapılması en zor yemeğimi...Pilav...Yanına biraz da salata...
Pirinç için sıcak su kaynaya dursun.Biraz müzik iyi gider...Müzik setimin yanındaki onca karışık CD içerisinden hangisi benim yorgunluğumu alabilir bu gece?

Yağmur arttı...Şıpırtısını duyabiliyorum...Sokak lambası altına yaydığı geniş ışık örtüsü ile karşılıyor yağmuru...Sanki yağmurun önüne sarı,parlak bir halı sermiş...
Sakin bir jazz albümü...Böyle anlarda bu çeşit bir müzik dinlerken sanki ayaklarım kendi kendilerine hareket ediyor.Bir balerinin çevikliği ve bir kadının ellerinin narin pürüzsüzlüğü ile...
Birçok erkek şu anda yanında bir kadın hayal eder...Onunla dans etmeyi diler...Müzik,şu an belki biraz da odanın loş aydınlığının ve kafamdaki yalnızlık düşüncesinin de etkisiyle bedenime okşayarak değen serin bir yaz meltemi gibi dokunuyor...

Sessizlikte serin meltem gibi gelen müzik,sen ve ben...İşte seni düşününce aklıma gelen bu...
Bunu şu an kollarımda dans eden bir kadına söylemeyi ne kadar çok isterdim.Yüreğimin dinginliğine sahip olabilmiş bir kadına...

Yarı baygın halimi fırsat bilen müzik şimdi adeta tüm bedenimi sardı...Koltuktaki sakin halimden faydalanarak omuzlarıma masaj yapıyor sanki...Adeta günün yorgunluğumu üzerimden alması gerektiğini hissediyor...

Önümde sessizce uzanan geniş salon...Şimdi daha bir loş daha bir sakin...Daha bir ben...
Şarkının son notası vurmak üzere...Umarım bu bir vuruştan daha uzun bir notadır çünkü bu anın büyüsünün sonsuza dek sürmesi için neler vermezdim...
Son nota da sessizliğin kollarında uykuya daldı...Kaynayan su pirinç ile buluşup onun sertliğini almaya hazır...

Bu gece bir tek ben yalnızım anlaşılan...Sevgililerin buluştuğu bir barda yalnız başına içkisine aşık olan adam gibi biraz yalpalayarak mutfağa geçiyorum...Aklımda tek bir şey var...Bir daha fırsatları değerlendirmeyeceğim...

Bir ilişki nasıl biter ya da kadınlar nasıl olur da yanlış anlar

-Bana aklına gelen bir şey söylemeni istiyorum.Evet evet şu anda aklına gelen…Ne olursa…Aklından geçen.Cümle,kelime.Ya da başlı başına bir cümle olan bir kelime.Küfür de edebilirsin.Övgüler de dizebilirsin.Ama son zamanlarda küfür ya da övgü hak edecek bir şey yaptığımı sanmıyorum.Eğer daha evvel yaptığım bir şey için söyleyeceksen aramızda dürüstlük var mı diye şüphe ederim.Açık olmak lazım.Hissettiğini söylemeli insan.Elbette ki öyle herkes için geçerli olmamalı bu kural.Yani demek istediğim tutup da herhangi birine söyleme o an düşündüğünü…Ne bileyim?!Kafaya takar,üzülürsün diye söylüyorum.Hani benim için söyle,kafana tak…Sevgilinim.Zaten benimle ilgili şeyleri kafana takman konusunda egoist tarafım bunun iyi olacağını fısıldıyor bana…Ama söylesene,daha evvel ki bir şey için mi kızacaksın?Övgü dizeceksin?Açık değil miyiz?Neyse belki de benim kuruntularım…Bilmem…Bu aralar biraz karmaşığım…Öyle melankolik bir şey olduğunu söyleyemem…Bildiğin kafa karışıklığı…Acaba ne yapsam diye…
-Yapma…Demek aklına gelen ilk sözcük bu…Peki neyi yapmayayım?Mesela bunu mu?Yani bu konuşmayı…Amacım sadece aklından ilk geçeni öğrenmekti.Çünkü bu şekilde kafanı meşgul eden şeyi öğrenebilirim diye düşündüm…Bilmem belki de saçma bir fikirdi…
-Sorsam yeter miydi?Tam olarak ne olduğunu söyleyecek miydin?Bence söyleyemezdin.Çünkü bana kalırsa bunu tam manası ile bir sorun olarak görmüyorsun şu anda…Bunun sorun olduğunu görmekten uzaksın…
-Hayır!Sana aptal falan demek istemedim!En azından şu an için!Demek is---
-Hayır hayır!Beni yanlış anlıyorsun!Daha evvel de dememi gerektirecek bir şey olmadı.Ama ifade etmek istediğim şey sadece bundan sonra olma ihtimalinin olabileceği!Elbette dolaylı yoldan ifade etmek istedim bunu.
-Demek olsa derim?!Elbette ki derim çünkü fikirlerimi senden gizlememi gerektirecek bir şey yok ki!Biz seninle karşılıklı iletişime dayalı olarak bir ilişki yaşıyoruz.Fikirlerimizi paylaşmaktan çekinmemeliyiz bu yüzden.Ben de bunu yapıyorum.
-Sana hakaret etmiyorum ki ben!Of!Tanrım!Sadece bir sorunun olduğunu ama şu an bunu fark etmediğini düşündüm ve sorsam farkında olmadığın için söylemeyeceğinden dolayı rasgele bir sözcük söylemeni istedim.Kafandakilerle ilgili bir şey söyleme ihtimalini gerçek kılabilirim diye---
-Hayır!Demagoji yapmıyorum!Sadece---
-Felsefe yapmak mı?Bunun neresi kötü ki?
-E madem kötü değil o halde yapmamız da ne sakınca var?Bana kalırsa felsefe de seks gibi…Hatta aynı şey olmasından şüpheleniyorum!
-Bu kanıya nerden mi vardım?İkisini de yapmanın bir zararı yok!Ama kontrolsüz olarak yapıldığında ikisinin de sonuçta bir meyvesi olabilir…Bir çocuk ya da bir fikir…İlginç olansa kontrollü olarak da bunu yapabilmek…Yani özellikle bir fikir ya da çocuk yaratma isteğiyle birlikte çalışmak…Yalnız sanırım ayrıldıkları bir nokta var.O da biri için para gerektiği…Ve maalesef evlenmek zorunda olduğun…
-Evlenmekten kaçmak mı?Bunu da nereden çıkardın?Seni kullanmıyorum ben!
-Maalesef dedim çünkü istenmeyen durumlar sonucunda ortaya çıkan olaylardan bahsederken “maalesef” sözcüğünü kullanırım.
-Hayır!Kastettiğim kötü durum çocuk yapmak değildi!İstenmediği bir anda çocuk yapmaktı!
-Ne?!Evlendikten sonra elbette ki çocuk için istenmeyen bir durum söz konusu değildir ama evlenmeden evvel zamanlama kötü olmuş demektir!
-Evlenmeden evvel seninle birlikte olmak mı istiyorum?!Ağzımdan o yönde tek bir sözcük çıkmadı!
-Sakinleşmek?Ne oldu ki şimdi bu kadar stres yaratacak?Sadece konuşuyorduk ve---
-İlişkiye ara vermek mi?Neden?
-Demek farklı düşünüyoruz…Yahu sözlerimi bambaşka anlayan sendin!Ben sadece---
-Alo?..

Şimdi Biz Katil miyiz?




Gazete sayfasını açtım. Cansız bir beden, cansız bir bebek bedeninin fotoğrafı… Yanında bir kadın muhakkak o da ölmüş. Kadının ölmeden önce yaşadıklarını sanki biliyormuşçasına beynimde bir film dönmeye başladı. Filmde; kadın bebeğini beşiğinden kaparcasına aldı, duvar dibine sığındı, dua etmeye başladı. Kendisini bu denli çok korkutan, bebeğinin yaşamını sınırlandıran, güzel günlerini elinden alan bu savaşı çıkaranlara lanet etti. Sonra hızla kapısı açıldı, kapısının açılmasıyla kalbinde ateş hissetti. Her şey soldu ve soğudu. Bebeği son hıçkırığını yaşamın sonsuzluğuna verdi. Savaş yumağı olan bu dünyadan sonsuza kadar ayrıldılar. Onlar da ‘Sessiz Gemi’ ye bindiler. Gazeteyi katlayıp yerine koydum. Düşündüm. Bu dünyada düşünmek için vardım. Bu fotoğraf niçin beni bu kadar etkilemişti? Yoksa bu ölüm, bir terazi olan dünya dengesinin bozulduğunun bir işareti miydi?

Evet, dünya bir terazidir. Bir kefesinde iyilik bir kefesinde kötülük… Yaşam var oldukça iyilik de kötülük de olacaktır. Çünkü kötülük olmadan iyilik kavramı var olamaz, önemi bilinmez bu sebeple eğer insan yaşamak isterse her ikisini de dengede tutmak zorundadır. Anlayışsızlığın sonucunda patlak veren savaşlar, bu dengeyi en çok bozan etmendir her halde. Savaşlar insanı insanlıktan çıkarır, doğru düşünmeyi sınırlandırır, karar verme yeteneğini yok eder. Bir robotmuşçasına ölüme endekslenmiştir insan savaşta. İş böyle olunca ortada ne insanı insan yapan hoşgörü ne de anlayış kalır. Hâlbuki dünya ne kadar hoşgörü ve anlayışla sulanırsa o kadar canlı, renkli ve güzeldir. Aynen sevgiyle sulanmış bir gül gibi. Evet, dünya bir denklemdir. Denklemin bilinmeyenleri iyilik ve kötülüktür. Eğer denklemin sonucunda yoğun negatifle yani kötülükle karşılaşırsak emin olun o zaman karanlıkta bilinmeyen bir sona doğru gidiyordur şu güzel olmayı hak eden dünya.

Kim bilir hoşgörüsüzlük yüzünden kaç kişi eğitim göremedi, sağlıklı yaşayamadı, ruhsal sıkıntıya - depresyona girdi ve sonunda tren yolculuğu olan şu dünya hayatında, son durağın bir bataklık mı yoksa bir gül bahçesi mi olduğunu bilemeden trenden atladı ya da atıldı aynen fotoğraftaki bebek ve annesi gibi.

O fotoğrafı hatırladıkça gazeteye bakmaktan korktum haberleri izlemekten de. Üstünde yaşadığımız bu terazinin ne hassaslığı ne dengesi kalmış. ‘Dünyalı olmak’ her ne kadar kendimizi övecek UFO’lar bulamasak da, ‘dünyalı olmak’ çok güzel bir şey olmalıydı. Çünkü bir ozon tabakamız vardı ama dur! O ozon tabakamız insanlığın anlayışsızlığı yüzünden her geçen gün inceliyor. Bin bir tür hayvanın evi Afrika’mız vardı, o da hoşgörüsüzlük yüzünden horca tüketiliyor, asalak kılığına girenler tarafından kanının son damlasına kadar emiliyor. Bir daha fotoğraf görmek istemiyordum ama gerçeklerden kaçılamaz! Korktuğu şey insanın karşısına daha çok çıkarmış aynen benim karşıma bir Afrikalı çocuğun fotoğrafını çıkması gibi. Fotoğraftaki çocuk çok zayıf o kadar zayıf ki derisiyle kemikleri bütünleşmiş biçimde, yanında bir akbaba. Belli ki akbaba bir saat içinde yiyeceği yemeğinin tamamen cansız kalmasını bekliyor. Fotoğrafın altında bir yazı, yüreğimi yerle bir eden, ‘Ah şu dünya!’ dedirten yazı “BİR MAHALLEDE BİRİSİ AÇLIKTAN ÖLÜYORSA ÖLENİN KATİLİ TÜM MAHALLE SAKİNLERİDİR.” Ben şimdi katilim. Dünyalıların hepsi katil çünkü o çocuk şimdi akbabanın kanında dolaşıyor. O çocuk, anlayışsızlığın – hoşgörüsüzlüğün kurbanı. Gözü sadece daha çok para ile gören, para ve zevkle gözlerinin önüne set çeken insanlar o çocuğu görmek istemediler ve ölümüne sebep oldular. Sadece o çocuk değil görülmek istenmeyen. Görülmek istenmeyenler Mozambik, Zambiya, Lesoto, Etiyopya gibi ülkelerde açlık sonucu ölümle karşı karşıya kalan 38 MİLYON İNSAN! Buralarda taş kemiren nice insan varken –gelişmiş- dediğimiz birçok ülke silahlanmaya kat trilyonlar yatırıyor ve işte bizim dengemiz bu yüzden bozuluyor.

Demek ki insan vicdan azabı çekince bazı şeyleri daha iyi anlıyor. Savaşlar bize açlığı, sevgisizliği getiriyor. Birbirini sevmeyen binlerce insan boş boşuna konuşuyor çünkü birbirlerini sevmedikleri için anlayışsızlık edip dinlemiyorlar. Eğer insanlar bir birlerini dinlemezler ise sonuçta ‘dünyalıyım ben, yaşasın!’ diye bir cümle hiç kimsenin ağzından çıkmıyor. Ne yazık ben söylemeyi çok istiyorum ve ben istemiyorum artık yüreğimi yerle bir eden fotoğrafları görmek, haberleri izlemek!

Niçin insanlar beceremez ki birbirini dinlemeyi? Neden dünyamız hoşgörünün oluşturduğu sağlam temel üzerine oturtturulamaz? Hiçbir şey imkânsız değil! İmkânsızı görmek Mehmetlerden birini Fatih yaptığı gibi biz insanlığı da kendisiyle, dünyasıyla gurur duyan bireyler yapabilir. Hiç de zor olmamalı şu hayalimizdeki dünyayı oluşturmak. Vicdanımız ve sevgimiz, aklımız ve yüreğimiz birlik olsun. Gözlerimizdeki perdeyi aralayalım; Berlin Duvarının yıkılması gibi biz de dünya üzerindeki o labirentleşen ve aramızda virüs gibi yayılan bencillik ile kin duvarlarını yıkalım. Duvar yıkıntılarını uzay boşluğundan atalım sonsuzluğa. Bir daha gezegenimizde yapılaşmasın diye. Su ile yağ gibi olmasın toplumlar; birbirinin üzerine çıkıp çıkıp inmesinler homojen olsunlar. Birbirlerine ‘insan’ oldukları için değer versinler. Katranla kar durabilir mi yanyana? Bahtsız o kişidir ki cinsi olandan ayrılıp da hani diğer yarısına özlemle susadıkça susar ya... Aramızda sevgiden duvarlar kuralım; halattan olmasın, kasırgadan, selden etkilenmeyen köprüler olsun bunlar. Bu köprüler hep işlek olsun, yoksa bencillik duvarları göğü deler göremez, sevemez oluruz birbirimizi. Yoksa kendi ayıplarımız dururken başkalarınınki hakkında konuşuruz. Göremez, sevemezsek birbirimizi sana gelmeyene sen gitmezsin, sana vermeyene sen vermezsin ve sana zulmedeni affetmezsin. O köprüler için mimar olman gerekmez, elini tuğlaya, çimentoya, kerpiçe bulaman hiç gerekmez. Onlar için aç bir çocuğun fotoğrafını gördüğünde vicdanının sesini dinlemen, seni kötü yönde eleştireni duyup olanlara sabretmen, kendi yanlışlarını bilip konuşman, sarhoş gibi olmayıp hürriyetlere saygı göstermen yeter. Gönül almayı, paradan, zevkten, nefsinden üstün tutman yeter. Mevlana’nın söylediği gibi; “Sen, varını yoğunu, malını mülkünü ver de bir gönül al. Al da o gönül, mezarda o kapkara gecede sana ışık versin, nur versin. Mutlu olmak, manen yükselmek istiyorsan; gönüller almaya, gururu kibiri bırakmaya bak.” Bizi maneviyat olarak yükselten bu değerler aynı zamanda bizi ‘insan’ yapan değerlerdir. Eğer ağzımızdan çıkan bir gerçeğin bazı alçaklar tarafından eğilip bükülmesine de katlanabilirsek, biz öyle bir dereceye yükseliriz ki yanımızda külçe külçe altınlar, yatlar, villalar basit kalır. Evet, orütbe ‘İnsanlık Rütbesi’. İşte o rütbeyi de aldıktan sonra ne ben haberlerden fotoğraflardan korkarım ne de bir bebek uykusundan alı konur ve böylece nice akbabalar vejetaryen olur.

İmkânsız değil dengeli dünya! Sadece emek istiyor ve tüm insanlığın iş birliğini. Bu yüzden kan gölü üreten savaşlara, kalplerdeki taşlara, beyinlerdeki örümcek ağlarına, ceplerdeki paranın hükmüne son verelim. Yerine barışı, sevgiyi, bilimi, anlayışı koyalım. Bilelim ki onlar bizim işimize daha çok yarar.

1 Aralık 2002

Siyah

tüm sokakları gezebiliriz şimdi yalınayak.
tüm sevgileri yarı yolda bırakıp
gülebiliriz ardından
ve aynı dizelerle
yeni şiirlere başlayabiliriz,
bembeyaz bir günde.
-oysa günler sarıdır be güzelim

şimdi koşarak kaçabiliriz dertlerden
ve bütün renkleri saydıktan sonra
kapayıp gözlerimizi
sevdiğimizi söyleyebiliriz birbirimize
çekingen sözcüklerle
ve turuncu bir günde
yine aynı şarkıyı dinleyebiliriz
gün geceye kavuşurken...
-oysa günler hiç turuncu olmadı ki

bulutlara dair güzel düşler kurabiliriz şimdi
ve çocukluğumuza sığınıp
dengesiz adımlarla salıncaklara koşabiliriz
aşk gibi bir şey sallanmak
bizim yapabildiğimiz en dengesiz şey sallanmak
yapamadığımız en dengeli şey de aşktı
-...

bütün yalnız kalan renklerle boyayabilirim dünyayı şimdi.
aşka inanmadan,
tüm köprülerde tek başına gezip,
aynı şarkıya gülebilirim yeniden...
ve unutulmuş kelimelerle
yazabilirim yeniden sayfalara.

ve bütün renkleri saydıktan sonra
siyaha geldiğinde sıra ,
seni hatırlayıp susarım
ne de olsa seni hatırlatan tek şey siyah bana...

29 ekim 21.33

5.11.2007

5.11.2007, Şu anda evimin tepesinden bir helikopter geçiyor. Sadece sesini duyuyorum ama yakındaki havalimanına gittiğini tahmin edebiliyorum. Zaten pek de zor bir şey değil nereye gittiğini tahmin etmek. Tabii benim bunca şeyi sadece helikopterin tepemden geçtiğini anlatmak için yazmadığımı da tahmin etmek pek zor bir şey değil.

5.11.2007, Bugün evde uzun süredir ilk kez yalnız kaldım. Benim için yalnızlık eğer gerçekten yalnız kalabiliyorsam bulunmaz bir nimet olabiliyor. Çünkü etrafta odaklanmamı engelleyebilecek hiçbir yaşam formu kalmıyor. Odaklanmak benim için çok önemli bir yeti, öyle ki eğer dikkatimi bir şeye verebiliyorsam geri kalan her şeyi unutabiliyorum ve yok sayabiliyorum. Yalnızlıktan bunaldığım şu günlerde kafamı sürekli meşgul tutuyorum bu yüzden. Hiç yapmadığım şeyler yapıp –ona buna somurtmak, yok yere aptalca şeyler söylemek, nefes almak ve vermek, insanlarla iletişim kurmak- geçmiş yokmuş gibi davranıyorum. İşe yaramıyor gerçi ama yarıyormuş gibi davranıyorum.

5.11.2007, Bu günün hiçbir anlam ya da önemi yok benim için. Sadece yalnızım o kadar. Ve uzun zamandır ilk kez bir şeyler karalıyorum. Sonunda nereye varacağını pek bilmiyorum ama karalıyorum. Ve bunu yapmak yüzümde ufak da olsa bir gülücüğün yerleşmesine gülerken hep yaptığım gibi gözlerimi kısıp buğulu bakışlar atmama neden oluyor. Biliyorum böyle gülerken çok aptal oluyorum ama kendimi yakışıklı sanıyorum suratım o hale gelince.

5.11.2007,

Yalnızlık güzel gerçekten yalnız kalınca,

Niye sıkmadın Âdem gırtlağını Havva’nın

Hem sen karı dırdırından kurtulurdun

Hem ben it kopuk.

Şiir bile yazabiliyorum yalnız kalınca. Hem de puslu bakışlarla monitöre gülücükler saçarak. Monitör demişken aklıma geldi, yaklaşık 5 senedir aynı monitöre bakıyorum ve her hattını ezbere biliyorum artık. Yüzünü en iyi seçtiğim en çok gördüğüm arkadaşım SAMSUNG 753DFX model bir monitör. Herkese tavsiye ederim hala canavar gibi. Hem esmer sevenler için siyah opsiyonu da var.

5.11.2007, Annem resim atölyesine gitti yine, bir senedir her Cuma gidiyor zaten, onun da bir özelliği kalmadı sayılır. Gerçi annem gerçekten yetenekli resim konusunda. Tablolarını satarak kendime rahat bir gelecek hazırlayabilirim, yalnızca sansasyonel bir şekilde marka olmalı annemin ismi. Ama rahat bir gelecek gibi beş para etmez bir şey için annemi biraz önce başından midem bulanarak kalktığım televizyondaki kadın ve erkeklerle aynı kutunun içine yerleştiremem, yerleştirmem.

5.11.2007, Yaklaşık 4–5 yıldır hiçbir Cuma olmadığı gibi bu Cuma da televizyonda çocukları gerçekten eğlendiren hiçbir şey yoktu. Beş para etmez kadın programları, kocasıyla aynı evde bir haremle beraber kalmak zorunda kalmış bir kadının acılı dramının anlatıldığı salakça başka bir program ve bir de içersinde "Bülent Ersoy’un seksi pozları ortalığı karıştırdı." şeklinde haberler olan dangalaksal bir haber vardı bugün televizyonda. Yani menümüz zengindi yine…

5.11.2007, Şimdi aklıma geldi, bugün gerçekten özel bir gün. Çünkü dün vücudumun çoğu yerinde stres, sinir ve sıkıntıya bağlı egzama başlangıcı olduğunu öğrenmemin üzerine verilen yarım kamyon ilacı ve içtiğimde beni evimle okul arasındaki kilometreleri koşarak kat etmeye teşvik eden “ginseng”i ilk kez bu sabah içmeye başladım. Ve ilaçları “sabah” içmek zorunda olduğumdan artık 13.00’da değil 9.00’da kalkmak zorundayım. Yani okula gitmeden önce 7 saattim var boş olarak geçirebileceğim. Ben de bu 7 saatte ginsengin de etkisiyle düz duvara tırmanma, klavyeyi delme, monitöre yumruk atma gibi ekstrem aktiviteler yapıyorum.

5.11.2007,

Bir kedi gördüm ağaca tırmıklarını batıran

Bir kedi ki, tee buradan gözüme takılan

Aptal kedi, salak kedi

İn oradan aşağı geri.

Kedilerle bile dirlik edemiyorum işte napalım.

5.11.2007, Office Word’den nefret ediyorum. Salak kelimesi argo olduğu için altına yeşil bir çizgi çiziyor ve kafayı yememe neden oluyor. Sana ne kardeşim salak işte salak! Çizme şunun altını fıtık oluyorum. Ayrıca sansasyonel yazdığımda da ““yabancı kelime dil erozyonu, “dalgalandırıcı” yaz." dedi. Yahu ne alakası var iki kelimenin. Hem belki ben 5 dakika önce televoleye maruz kalmış bir Türk genciyim. Kafanı gözünü kırarım!

5.11.2007, Sanırım kapının önüne gelen şu beyaz araba benim okul servisim, aşağıdan çağırıyorlar, ama hiç gidesim yok bugün okula. Puahaha, denyo servisçi arabanın önüne ambulans yazmış. Hem de ters… Kesin Karadenizlidir.

5.11.2007, İşin komiği kapım da güm güm ediyor hangi hayvan kırmaya çalışıyor acaba? Neyse ben bir gideyim de bakayım kimmiş kapımı çalan.

5.11.2007,

Nedensizce camdan bakarken

Aptal pespaye bir kediye

Ve dalga geçerken bir ambulansla

Kapımı çalan kimmiş diye heyecanlanınca

Öğrendim ki on metre aşağıda

Kapımı çalan ecelmiş.

Oradan oraya attığım

En son nerede bıraktığımı unuttuğum

Lastik bir topu almaya gelmiş…

5.11.2007, R.I.P

9 Mayıs 2007 Çarşamba

Masalların Ardındaki İstanbul

Dede(ler)im'e

oradan nasıl gözüküyor bilmem
ama buradan soğuk,karanlık
gözüküyor İstanbul
önceleri martılar konardı tepesine
unuttuğumuz şarkıları söylerdi
İstanbul...
denizin karşısında
yeni umutlara dalardık

ayrı bir hayat yatardı
yedi tepesinde de
mazgallara dolardı yağmurlar
bahar gelirdi
aşıklar için
çiçek çiçek kokardı
İstanbul’um
masmavi gülerdi deniz
bir başka rüyaya
yastık dayardık.
gözlerimi yumduğumda
karşımda eski İstanbul
eski boğaz,
eski yalılar
mutluluğu bilirdi
o yıllarda İstanbul
gökyüzüne karışırdı mavi,
yıldızlar uyurdu gökte

masallar anlatırdı büyükler
İstanbul’a dair
ölüyor mu İstanbul
hasta mı
çorba içirsek geçer mi dede
ya ıhlamur
hani hastalandığımda
hep içirirdin bana
ninni söylesem uyur mu dede
ya masal anlatsam
dinler mi
benim seni dinlediğim gibi
şarkı söylesem tıkamaz kulaklarını
değil mi dede
beni sever mi
penceremden baktığımda geceleri
gamzesiyle güler mi dede
yoksa ağlar mı
İstanbul ağlayınca
yağmur yağar
değil mi dede
hep bahar olsun o zaman
hep bahar olur mu dede
bahar ne zaman gelir
bana eski masalları anlat dede
yaşlanmamış olsun o masallarda İstanbul
hasta olmasın hiç
gülsün bana hep

dede bak yağmur yağıyor
İstanbul ağlamış
Dede söyle ağlamasın
oyuncaklarımın hepsi onun olsun
ama o ağlamasın
dede nasıldı o masal
hani geçende ağlattığın
hadi bir daha anlat
nereden uçuyordu Hazerfan çelebi
ben de uçmak istiyorum dede
İstanbul’un üstünden
dede o şarkıyı bir daha söyle
İstanbul’da sonbahar mıydı neydi
martılar yeniden konsun
tepesine İstanbul’un
maviye boyansın deniz
hadi dede bir daha anlat o masalı
nasıl başlıyordu
bir varmış, bir yokmuş
hadi dede başla!

24 Ocak 2004 Cumartesi

Nedense hala severim bu şiiri, yazdıktan sonra sevmediğim halde diğerlerini.

O'nsuz Ben-1

Paltosunun uzunluğu dizlerine ulaşmış, soğuktan çatlamış ellerini, yiyip bitirdiği turnalarını gözükmesin diye ceplerine sokmuş; yükünü yere indirmiş, hamal gibi öne eğik gövdesiyle yürüyor usul usul. Karlı yolları geçiyor bata çıka, düşüncesi görkemli, yaşamı basit.

Bu sefer konuşmaya karar verdim. Aynı yollardan defalarca geçişinin sebebini öğrenmek, gözlerinde yazanları okumak, sesinin yorgunluğunu hissetmek istiyorum. Yorulmak bilmeyen ayaklarına dur demeyi, soluk alış verişlerindeki gizli harfleri ortaya çıkarmak istiyorum. Evet bu sefer karşısına dikileceğim; ürkütücü despotluğundan korkmayarak, buzdan gözlerindeki sıcaklığı yakalayıp düşündüklerimi çekinmeden soracağım. Yok, yok sanırım yapamayacağım. Bana hiç cevap vermeyebilir. Hatta yüzüme bile bakmadan yoluna devam edebilir. Peki o zaman birlikte çay içmeyi teklif ederim. Bunu geri çevirmeyecektir. Küçük bir genç kızı kırmayacaktır eminim. Eminim de onu hiç tanımıyorum ki aslında. Sadece bu sokak boyunca geliş gidişlerini takip ettiğim, benim varlığımdan bile haberdar olmayan birisi.

Onu penceremden değil de bir uçtan bir uca her gün arşınladığı sokağın kenarından izliyordum bu sefer. Bitkinliği daha da bir artmış gibiydi; daha bir solgundu yüzü. Yoksa ışığın ince bakışlarında yansıması mıydı sarı ifadesi? Bugün bir başka atıyordu adımlarını, üstü başı çiçek bahçesinden koparılmış gül gibi kokuyordu. Belki bir bahar yangınıydı kalplerde, belki de bir sonbahar tiryakisiydi fincanlarda. Yanımdan rüzgar gibi esip geçti, atamadım adımlarımı ona doğru. Öyle güzel yürüyordu ki bozamadım, ikili yalnızlığını. Bir süre bakakaldım arkasından, sonra sürüklendim esintisinde. Ama yerimde saydım durdum.

Ertesi gün tekrar gelecektim, bu sefer soracaktım tüm cesaretimle. En güzel kıyafetlerimi giyip en güzel kokumu sıktım, sanki bir davete ya da törene gider gibiydim.

Kalbim öyle hızlı çarpıyor, ellerim terliyor, gözlerimse bakıyor ama görmüyor gibiydi. Ses rengini keşfedecek, gözlerinin derinliğinde boğulacaktım belki de. Ama ne oluyordu anlamıyordum. Etrafta bir sessizlik mi vardı yoksa bana mı öyle geliyordu? Saat de çok geç olmuştu, neden gelmemişti bugün acaba, anlamış mıydı onu takip ettiğimi, yoksa yolunu mu değiştirmişti karşılaşmamak için? “İnsan bir haber verir!” Uf, neler düşünüyorum? Acaba bakkala sorsam belli eder miyim? Bana ne oluyor böyle? Yerimde duramıyorum. Nasıl olur da gelmez.

Beni hayal kırıklığına uğrattı, bütün vücudum bir anda buz kesti, gözlerim bir noktada takıldı kaldı. Bana yapılmış çok büyük bir haksızlıktı bu. Evet, evet öyleydi. Onu tanımasam da izlediğimi fark ediyordu biliyorum. Ağlamamaya söz vermiş gözlerim zorluyordu pınarlarımı; oradan koşarak uzaklaşmak için bir daha asla perdeyi açmamak istiyordum. Düşüncelerimi, sorularımı alıp gidecek bir daha da asla gelmeyecektim.

Umudun kırıldığı, paramparça olduğu bir hüzünle beraber akşam güneşini sırtıma aldım, kaldırımlarla dövüşür gibi hızlı adımlarla yürümeye başladım. Ayaklarım birbirine dolaşırken arkamdan bir sesle irkildim.

“Biraz durur musunuz lütfen?”

Ne Zaman Bıraktıysam Gitme




Misafirim. Bu dünya şehrinde misafiriz, senin gibi ben de ve sen de benim gibi. El ele tutuştuğumuz an kapılarımız açılacak ve unutma, mutlu olamadığımız anların hepsi bizi -orada- kendi evimizde bekliyor olacak!

***


Aslında her şeyi biliyorum; beni ne kadar sevdiklerini, getirilen çiçeklerin fiyatlarını, beyaz mermer soğukluğunu ve solucanların segment segment ilerleyişini –tabii bunlar her şeyse-. Bilemediklerim de var mı? Ama onların ne olduğunu bilmediğim için “bilemediklerim” onlar zaten, bilseydim de “bildiklerim” olurdu; işte, harikulade olarak her şeyi biliyorum. Absürtleştim, bunu da biliyorum ama önemli değil. Burada vakti absürtleşerek geçiriyorum, sıkıldığımdaysa karıncaların üzerimdeki işbirliğini seyrediyorum.

Biraz da müzikten mi konuşsak ne? İyidir bilisin müzik zevkim. Yan komşum bir pop sanatçısıymış vakti zamanında. Geçen sene doğum gününde –ki buraya taşınalı bir yıl oldu- hayranları gelip şarkılarını söylediler yanı başında, ellerinde beyaz karanfillerle. Çok duygulanmıştım, iyi ki de geldiler hani. Farklılık iyi oluyor bazen ama bu sene gelmediler. Unuttular galiba.

Geçende de yağmur yağdı. Sık sık yağıyor bu aralar. Herhalde sonbahar geldi. Toprakla da iyice bütünleştim, o mineral senin bu mineral benim kavgası yapmaz olduk son birkaç haftadır. Mineralleri ortak kullanıma verdik. Eee… Her bakımdan mülk sahibi toprak olunca mineral satışlarıyla da o ilgileniyor. Bana kalsa tüm mineraller güllere vermeli ama o, yabani otlara bile pay ayırıyor. Nedenmiş efendim, her şeyin başının, içinin, dışının, üzerinin üstüne yeri varmış. İyi ben de karşı çıkmamıştım zaten, elim mahkûm, buralarda da işler böyle yürüyor.

Eee… Güzelim ben iyiyim, sen nasılsın?

Off… YETER! AĞLAMA! Bak, beni unutsan artık diyorum. Biliyorum ki zor olmasa gerek, baksana yakışıklılık falan filan da kalmadı. Unut ve git. Git ve unut. Her gelişinde sen “Yasin” diye başlıyorsun, ben “toprak” diye… Unut ve git diyorum işte. Ben olsam bir kere bile uğramazdım yanına, adını dahi unutur takmazdım ölmüş bir aşığı. Git be güzelim git. Kalkamıyorum ayağa, bütünleştim diyorum toprakla. Yokum senin, sizin, benim üzerime basıp geçenlerin hayatında. Bir nefeslik dünyaymış; aldım, verdim ve bittim. Anlaşılamıyor değil mi yatmadan musalla taşına. Eh, yatınca da bir seksen bekliyorsun haklar helal olsun diye! Hem ayrı dünyaların insanıyız artık, çok klasik oldu ama…

Ayak seslerin uzaklaşıyor gibi, gittin mi?

Ve bir daha hiç gelmedin. Unuttun, biliyorum.

Burada yalnızken düşündüm de ben unutmazdım be güzelim…



Simsiyah

Öldüm, nefes aldım, doğdum.

Hayatı tersten yaşamak daha güzeldi.

Her yeni adımda geriye gitmek

Neden yaşadığını bilmemek acıları

Tanışma heyecanını en son tatmak

Bilinçli açmak dünyaya gözleri

Tanımak anneni doğarken

Senin için ne ifade ettiğini bilmek.

Ve ondan önce ölmek

Daha doğrusu doğmak

Öldüm, nefes aldım, doğdum.

Doğduğumda ağladı

Öldüğümde sevindi insanlar.

Gerçekten.

Bugün doğdum, her yer karanlık.

Tek bir nokta var yalnızca.

Simsiyah


-Bazen basit şeyler düğüm düğüm olabiliyor. Öyleki düğümler basit bir ipliği oluşturuyor yanyana gelip.

8 Mayıs 2007 Salı

Upsoro ya da Tersi


Orospu yahut upsoro… Hissettiklerini en iyi şekilde anlatabileceğinden mi yoksa daha fazla konuşmak istemediğinden midir nedir, o anda dudaklarından bu kelime dökülmüştü. Anlamlı; fakat diğer insanların anlam veremeyeceği surat ifadesiyle, içinden mide bulandıran bir şeyi atar gibi çıkmıştı ağzından “Orospu!”. Küfür etmeye alışık olmayan insanların ağzından bütün küfürler komik bir edayla çıkardı oysa. Ayıp kaçardı diğer insanların gözünde küfretmek. Oysa ayaklarının üzerinde dimdik durmuş, sinirli, gözleri yeni uykudan uyanmış gibi yarı açık bir ifadeyle ikinci kez söylemişti:”Upsoro!”. Bir şeyleri tersinden söylerse belki cezası yarıya iner diye değil, sadece daha ağır bir iz bırakmak istiyordu sözcükleriyle.

Aldatmak… Bir insan neden aldatır ki bir zamanlar çok sevdiği birini yahut hala ayrılamadığı eşini? Nasıl bir açıklamayla aldatan bütün suçu üstünden atabilir ki? Aşık olmak… Aşk diyor aldatanlar. Birini görüp vuruluyorsun, işte ruh ikizim bu diyorsun. Şansın da varsa karşındaki de sana aşık oluyor, en azından sen onun sana aşık olduğunu zannediyorsun, senle beraber olduğu için. İlla ki aşk mı gerekli bir ilişki için, hayır daha önemli(!) şeyler var hayatta efendim:

1-Para,
2-Çıkar,
3-Herkese göre değişen kişisel bir neden.

Belki uzun zamandan beri aynı yatağa yastığını koyduğun ya da dondurmanı beraber yediğin insanı unutarak yeni denizlere yelken açarsın. Yeni insanlar tanımak güzeldir değil mi? Başkasına aşık olursun, ne de olsa hiçbir korkun yok, yedekte bekleyenin var sonuçta. O gitti mi yedeği sokacaksın ne de olsa oyuna. Aşık olmak hayvansal bir içgüdüden ibaret sanırım. Birine aşık oluyorsan eğer, nedeni hiçbir şeydir zaten. Garip bir his bu aşık olmak. Biriyle ilişkisi varken insanın, başkasına aşık olabilir mi o kişi bilmiyorum. Benim için biraz da mantık işi aşık olmak. En azından sadece his değil. Biri varken yanımda başkalarına bakmamak, sadık olmak gibi bir şey. Olur da aşık olursam, çünkü aşk garip bir şaka aslında insanın başına aniden gelen, çekip gitmesini de bilirim. Bu yüzden anlayamıyorum iki kişiyle (en iyimser sayı olarak) birden ilişkisi olan insanları. Anlamak da istemiyorum doğrusu.

Al-dat-mak… İpin üzerindeki cambazlık oyunudur ilişki, biraz daha güven verdikçe insanlar birbirine ip kalınlaşır. Ancak her ipi kesmek için bir makas bulunur. Güven nedir ki? Yahut insan neden güvenmek diye bir şeyden bahsedip durur? İlişkiler güvene dayalıdır çünkü. Biriyle ilişkin varken, başka biriyle olmak, aldatmaktan da ötedir bence. Sonuçta aldatmak kelimesi basit kalıyor anlatmaya bu durumu. Kendisinde de bir sorun vardır aldatanın bence. Bir insan neden aldatır ki? Aldatılan insan çok mu saf yahut aldatan çok mu zeki?
Dünya garip bir denge üzerinde kuruludur. Dengenin illa ki dümdüz olmak gibi bir amacı yok zaten. Aşık olmak da bir dengesizlik dengesi durumu olduğundan olsa gerek insanın kafasını karıştırır. Ancak nedendir hiç anlamam kimse aldattıktan sonra çekip gitmeye cesaret edemez. Tek kişi yetmez çift kişilikli ruhlarına. Birini birine tercih edemez. Ne oldu efendim? Kararsız mı kaldınız?

Aldatmıştı onu –kaç gece beraber güldüğü,aynı yatakta uykusuz kaldığı, yan yana sessizce yürüdüğü, bütün herkes uyumuşken beraber şarkı söylediği insanı-. Aldatılmıştı. İçinde bir sürü duygu boğulup gidiyordu. Ağlayamayacak kadar çok sinirliydi. “Neden?”diye soruyordu kendine. Gözlerinde donuk bir ifadeyle baktı karşısındakine, yüzünde ne tebessüm ne de hüzün vardı, hiçbir his yok gibiydi. Uzunca baktı gözlerinin içine. "Keşke küfretse, bağırsa çağırsa.” dedi içinden aldatan. Hiçbir şey demedi aldatılan, arkasını dönüp yürüdü sessizce.


12/3/2007

7 Mayıs 2007 Pazartesi

Birden Bire Her Şeye Öfke Duymaya Başladım, Her Şeye...

Önce çantamdan yumruklar geldi vücuduma doğru, tüm makyaj malzemelerim atladı çantanın iç cebinden yolun kenarındaki kanalizasyon çukuruna. Nüfus cüzdanım, kitap fişleri, akbilim, kredi kartları, kâğıt ve demir paralar, ah bir de rozetlerim, hepsi ama hepsi birkaç tane de tokat atıp suratıma çantadan oraya buraya saçılıverdiler.

Bomboştu artık çanta! Bende de büyük bir afallama! Beni benden iğrenerek terk eden kişisel eşyalarımı yakalayabilme imkânım yoktu –ki bunu düşünürken- çanta da infilak etti! Dikişlerini attırıverdi asortikçe, sonra kendi kendini yaktı blöfünün dozunu kaçırınca.

Birden bire her şeye öfke duymaya başladım, her şeye!

Gök gürledi; gürleme, bulutları korkutup olağanüstü bir şekilde altlarına kaçırmalarına sebep oldu! Toprak bunu kaldıramadı, birkaç bin voltluk elektrikle çarpıverdi bulutlara! Zavallı bulutlar kaçışıverdiler uzaklara… Ama zaten olan olmuştu! İsmimi, düşüncelerimi, seyahatlerimi, satışlarımı, alışlarımı sakladığım çantamdan yoksundum, yıldırım abinin atraksiyonlarından yorgundum ve bulutların edepsizliğinden dolayı da erimiştim, eriyip toprağa sunulmuştum. Çiçekler, otlar, ağaçlar beni içmişti. Olan olmuştu.

Maç bitti, aşk bitti, deli tacı giyildi.

İstenildiği zaman öfke kusuldu, kirletildi zaman. Tam el sıkışacakken uzadı tırnaklar ve en kötüsü de maskeler çıkartılmıyor aynaya her bakışta. Kendi yalanlarımızla kendimizi kandırır olduk. Çantalarımızı hep başkaları çalar, içlerini hep başkaları boşaltırlar, güya? Çevre hep kirlidir, biz temiziz ama, güya? Hep öldürülürüz, ölmedik hiç, güya? Toprağa lanet okuruz sevgilimizi yuttu ya, güya?

Birden bire her şeye öfke duymaya başladım! Yazdıklarıma, yazacaklarıma, giydiklerime, harcadıklarıma, ağladıklarıma, terk ettiklerime, geliyorlarıma, kalıyor ve gidiyorlarıma, beklediklerime, beklettiklerime, her şeye ama her şeye!

Öfke duymak en kolayıydı ne de olsa.

Zor olan? İşte zorluk…

Bir anda kesiliveriyor nefes bir anda. Boğazın düğümleniyor, şakakların acıyor, dişlerin ağrıyor, bir anda gözlerin karıncalanıyor.

Sonra, kamaşıyor gözlerin son anlık öfkeyle yaşam diplomasının “kaldı” notuna duyduğun.

Ve açmak istiyorsun gözlerini tekrar dirilebilmek için.

Yaz Şafağında Sonbahar

Bir yaprak daha soluyor

Kurumaya yüz tutmuş dalında

Sararıp büzülüyor

Başka bir yaprağın altında

Daha sonra esen hafif bir rüzgar var

Alıp onu taklalar attıran

Özgürlük vaadeden

Eğer şanslıysa O'na denizi gösteren

Ve biraz da ürküten

Daha sonra yaprak hışırdayarak konuyor yere

Belki ıslak bir sabaha

Ya da soğuk bir şafağa

Yaprak sarı yaprak buruşuk yaprak gevrek

Damarları yol yol

Köşeleri şiirsel sarısı pırıl pırıl

Her bir hattı yaşam

Ve üzerinden umarsızca geçiyor

Siyah pasaklı bir araba

Toz ve dumanla birlikte

Son bir çıtırtı yapraktan

Her bir hattı ölüm

6 Mayıs 2007 Pazar

Tutku: Uçurtma

Merhaba İle Girişgahdan Kalkış, İkinci Yazıya Doğru Gaza Basış;

Okusanız da okumasınız da,
Kalem kâğıt hatrına; bir de bana sana, şuna, ona; sonbaharda açan difenbahyaya; nisanın yirmi ikinci günü ölen kelebeğe; kışın yaşayan üşütük kardan adamıma; sadece yazın yüzen balıklara, deniz topuma, yelkenlime, kumasalıma…
Ah bir de SU’ ya
Patenlerimi de saymış mıydım? :P
***
- Ta ki ölüm konuşuncaya kadar sustu yaşamak sebebiyle; ölüm konuştuğundaysa yine sustu ölüm ondan vazgeçip yaşarken ölü bırakmasın diye.
Yalnızdım. Hayalperesttim. Hep uçuyordu çıtalarım. Onlar uçtukça, uçma fobililer bana gülüyordu. Uzaklaşmaktı en büyük doksan dokuzuncu amacım. Olmasın insanlar yanımda. Enerjimi emen bu yaratıklar atmasınlar beni ateşe, çalmasınlar uçan gemilerimi.
Gülümsemek hoşnutluktu ya bizim literatürde, gülümsettirdiler; hüzünlü durmak rahatsızlığın ifadesiydi çünkü.

Yaşamak zaten hastalıktı.
Beyaz gelinlikli kadın, siyah damatlıklı adamla kol kola yalancı bir bahçede –fotoğrafçı stüdyosunun maketi- gülücüklerini yalancıktan atıyordu ki o zamanki sadece u-mutlu kadın şimdi mor gözüyle ağlıyordu, kırmızı yatağında.

Gelip geçti bu film de ve daha nicesi duvar sinemamdan. Ben yönetmen, kalem gölgeleri oyuncuydu. Ben karamsar, yaşam yaramaz-dı.

Yaşadıklarımızı sorgulamak kime düşüyordu? Bizi yaratana! Peki, yaşarken hiç sorgulanacak gibi miydik?

Dövdü kadını adam, şiddetlice. Acı acı kanadı yüreği, ruhu, bedeni kadının. Hesapsızdı kan-lı/sız tüm darbeler. Ailesi yoktu, yerlerini o adama bırakmışlardı(!) Derman arkadaşı da yoktu, ulaşabileceği tüm halatlar kendisinin de içinde bulunduğu kuyudaydı zaten! Sevgisi de yoktu, aşkı da. Çünkü hepsini yaşanmışlık doldururdu, yaşatırdı. Yaşanmışlık ona nefret tattırdı, lanet okutturdu. Kadın baktı sorgulayan gözlerle aynaya neden bir karınca ya da sinek veya bir ayna değildi de bir insandı? Sonra bir yumruk attı aynaya –şiddetlice- hırsını alırmış gibi aynayı kıskanırcasına. O anda bir rakı şişesi patladı siyah saçlarının arasında ve saçlarının ucundaki kızıllığın dip boyası boyanmış oldu bedavadan. Ama beyni hafiften sarsılmış olacak ki bir anda göremedi kırık ayna parçalarında kendi dip boyasını sonra işitemedi o güzel küfürleri kocasının ağzından dökülen. Ama acısını hissedebildi neyse ki ikinci darbenin demek ki ölmek için kafatası çatlaması yetmiyormuş ( Hiç değilse uç beyni zarar görmemiş bunu öğrenebildi!). Sonra, üçüncü darbenin ardından yedinci bıçak girdi sağ böbrek üstüne ve ardından on birinci sigara sol omzunda söndü. Dip boyası iyi tutmamış olacak burnunun ucundan akıyordu. Bu sırada ölüm kapısının anahtarını verdi Azrail, kocası hayat düğümünü sökünce parmaklarıyla ensesinden!

Kadın u-mutluydu başta, başta bir çocuktu yaşam sadece küçük yaramazlıklar yapan.

Kadın u-mutsuzdu ortada, ortada bir karabasandı yaşam sadece kemikli elini gösteren.

Kadın sonda bir ölüydü, sonda yaşam adama kaldı.
Myra film sundu.

Güneş doğmak üzere, gölgeler belli belirsiz olmaya başladı artık. Ve film de bitti, kırmızı kalemimin su dolu bir bardağa düşmesiyle ve bu kırmızı su dolu bardağı bitkisiz toprak dolu bir saksının içmesiyle.Uçurtmaya bağladım o şafak boğazımı, uçurtmayı boğdum o kızıllıkta boğazımla. Ve saldım kendimi uçurtmanın cesediyle beraber o şafak, o yıldızsız, o bulutsuz, o aydınlıksız göğe, güneşin üşüdüğü vakit.

Çırpınmakmış yaşamak
Bir balıkmış insan
Dünya derya
Densizlik eden doğarmış yanlışlıkla
Ölen de mutlu (-u'suz) "Hatam sondu" diye.

3 Mayıs 2007 Perşembe

Yaşanacak Çok Şey Var

bugün, sizlerle fransız şair bleuchat'in yaşanacak çok şey var isimli gerçeküstü izler taşıyan şiirinin bir bölümünü inceleyeceğiz.
'henüz yarasanın gözlerini görmedim..'
burada henüz yarasanın gözlerini görmediği için çok üzgün olduğunu, ancak yarasanın gözlerini görürse moralinin yerine geleceğini ve gidip bayiye iddaa kuponunu yatıracağını söylemek istiyor bleuchat.
'eşeğin kulakları birbirine sürtünürken çıkan sesi duymadım'
burada da, uzun kulaklı bir hayvandan , muhtemelen tavşan ya da dağkaplumbağası, bahsediyor.
'kokarcanın burnunu koklayarak uykuya dalmadım'
yine simgesel bir anlatım... kokarcanın burnunu koklamak, bluechat'in yaşadığı bölgede, cebi delik olan bir pantalondan düşen bir bozuk paranın ayakkabının içinden çıkıp insanı sevindirmesi anlamına gelir.bu olay, o bölgede , pantalonların cepleri ucuz kumaştan yapıldığı için çok rastanıyordu. (ç.n.)
'dil balığının tadını bile bilmiyorum'
burada, ise şair artık , öyle bir duruma gelmiştir ki, kendi cahilliğini açığa çıkarmak adına, dünyaya, fakirliğe ve tren kondüktörlerine meydan okuyor.
'saçlarını taramak nasip olmadı hiç, kelaynakların'
...hüzün...
burada, izninizle araya girmek istiyorum. şair, bu bölümden sonra daha da hiddetlenerek artık herşeyin altını üstüne getirmek, nasıl oluyorsa, bir fırtına gidi, deprem, volkan, tsunami gibi, tamagothi gibi, herşeyin ebesinin... neyse, devam edelim...
'artık bilmek istiyorum, domatesle patatesin farkını'
az önce bahsettiğim gibi, çok sinirli.
'hangisini kızartacam, hangisinin suyunu içecem'
(artık araya girmeyeyim... çünkü şair çok sinirli)
'hangisi daha kırmızı, bilmek istiyorum'
'ben daha yarasanın gözlerini bile görmedim'
'ölmek istemiyorum bu genç yaşımda'
'otobüse arkadan binip önden inmek istiyorum'
kurallara karşı gelmek istediğini belirtiyor, zira otobüse arkadan binilmez...
'noluyo lan, ben deli değilim...'
'nereye götürüyosunuz beni...'
'ulan ibneler, bırakın lan...'
bu kısımdan sonraki bölümler fazla okunaklı değildi. son bölümde anlatılmak istenenleri de ben pek anlayamadım. ancak bir bütün olarak baktığımızda bleuchat'in şiiri dışavurumcu, simgesel ve gerçeküstü bir şiir olarak tanımlanabilir.
aslında boktan bi şiir ama...

Kırmızı Başlıklı Kız

Şimdi irdeleyeceğim konu cidden çok önemli neden mi?

Şu bildiğimiz masum kırmızı başlıklı kız aslında pamuk prensestir efendim.Ama daha üvey annesi ormancıyla tanışmamıştır.Ormanın en çakal hayvanı (malum ormanda çakal olmaz) olan kurda der ki :

-Ey melun hayvan ben Pamuk Prensesi ormandaki Anneannesine göndereceğim. Kolay tanınsın diye de ona kırmızı bir başlık vereceğim.

Kurt zeki hayvanat tabii hemen olayı kavrar.

Bu konuşmanın geçtiği sırada Pamuk Prenses çok hastadır efendim. Kurdeşen dökmektedir. Çünkü bir önceki macerasında üvey annesi ona bozuk sütten nesquik içirmiştir.

Gel zaman git zaman Pamuk Prenses iyileşir , yine serpilir , taş gibi hatun oluverir. Bunu gören üvey annesi de der ki:

-Pamuk al sen bu başlığı bu yemek sepetini ormana sürgün gönderdiğim ananene götür zavallıcık hiç yemek vermediğimiz için hastalanmış. (Malum pamuk prenses sarışın. )

Garibim sarışınım Pamuk Prenses kaptığı gibi biner hemen 19.45 atlısına doğru gider ormana. Ve olaylar gelişir.

Hava, Pamuk akşam atlısına bindiği baya kararmıştır. Ama Pamuk hala şirinlere inanan masumane birisi olarak hiç korkmaz karanlıktan.

O sıralar popüler olan Marduktan bir parça mırıldanarak gider ananesinin evine doğru.

Eve geldiğinde evin kapısı kırılmıştır ve sonuna kadar açıktır. Yerde eşya parçaları vardır ve dışarda iki çocuk evin orasını burasını yemektedirler hapur hupur.

Kırmızı başlıklı Pamuk çocuklara "afiyet olsun" dedikten sonra girer eve.Dağınıklığı da anneannesinin yaşlılığına verir.

Sonra dalar yatak odasına (Kızımız her macerasında yatak odalarına girer, ilk adettendir) orda yatakta yatan şekle bakar ve sorar:

-Anneanne senin gözlerin neden bu kadar büyük?

-Senin dolgun göğüslerini daha iyi görebilmek için yavrum!!

-Anneanne senin ellerin neden daha büyük?

-Kalçalarını daha iyi sıvazlayabilmek için yavrum!?!?!

-Anneanne senin kulakların neden daha büyük?

-İniltilerini daha iyi duyabilmek için yavrum...

-Anneanne peki dişlerin neden daha büyük ve bıçak gibi keskin...

-Seninle işim bitince ananeni yediğim gibi seni de yiyebilmek için yavrum...

-Anneanne hala çok şakacısın yaa...

-!?!?!!

18+

Kurt Pamuğu tek lokmada yutar o kadar acıkmış hayvan. Malum ormanda bakkal yok eh av mevsimi de geçmiş...

Sonra da hayvan gibi geğirir.

Bir anneanne, bir kırmızı başlıklı hatun yutan ikisine de tecavüz eden kurdumuz artık rahatlamıştır. Gider evin hemen yanındaki ırmağa başlar kana kana içmeye. Ama bilmez ki fabrika atıklarından kirlenmiştir su. Hayvancağız oracıkta zehirlenir ve ölür. Bu sırada daha önce tiyatroda milyonlarca kez izledikleri için neler olacağını bilen pamukla anneannesi de kurdun karnında pişti oynamaktadırlar.Daha sonra bir ara kırmızı başlıklı kız; -tıpkı benim gibi- alerjisi olduğu için taktığı "climacool for ladys" saatinin ışığını yakıp saate bakar ve hah geliyor der. Bu sırada "Baltalar elimizde uzun ip belimizde" nakaratıyla ırmağın kıyısında yürüyen ormancı kurdu görür ve der ki:

-Lan şimdi bunun içinden taş gibi kırmızı başlıklı bi hatun çıkar Allah bilir.

Ve kurdun karnını baltasıyla nazikçe yarar.

İçeriden taş gibi, sarışın kırmızı başlıklı pamuk prenses çıkar.Elbisesi bir kurdun karnında olmasına rağmen hala tıpkı Cüneyt Arkın filmlerindeki gibi jilet misali ütülüdür. Saçları pırıl pırıl parıldar. Hatta kuş sesleri ovalara yayılır o kadar.

Neyse efendim ormancı ve pamuk prensesin özeli bizde kalsın devam edelim.

Anneannesinden ileride lazım olur diye 7 cücelerin adresini ve cebini alan Pamuk döner kalelerine.

...

Pamuğun geri döndüğünü gören üvey annesi hemen b planına baş vurur. Irmağın kıyısında neler olduğunu bilmediği için herşeyden habersizmiş gibi görünen ormancıyı çağırır hemen. Der ki:

-Gece Pamuk'u kaçırıp ormana götür orda öldür onu bana da bir kanıt getir.

Ormancı:

"Yes Master. Aman şey peki efendim." der.

Gece olur ve Pamuk Prensesin odasına dalar Ormancı. Pamuk Prenses de hazırdır zaten. Çünkü her gece ormancı gelmektedir odasına.

Ama ormancı onu hemen çuvala koyar ve götürür ormana. Sonra çıkarır çuvaldan ve der ki; şimdi bana bir kanıt ver ve ben de seni öldürdüğümü söyleyeyim anneannene. Pamuk korktuğu için hemen geceliğini çıkarıp verir ormancıya. Ormancı hemen biner 4 beygir gücündeki atına ve gider kaleye verir elbiseyi.

Pamuk da garibim gecenin soğuğunda tek başına kalmıştır ormanda. Hem de cıs cıbıl üstünde sadece iç etekliği vardır!

Doğruca ezberlediği 7 cücelerin evine doğru koşar gider. Burada onu gören 7 tane cüce hemen onu giyinsin diye yatak odalarına götürür.

18+

Sandığınızın aksine 7 cüceler sapık falan değildir.Kendi hallerinde yaşayan madencilerdir.Ayrıca şirinlerin de arkadaşlarıdır.O kadar şirindirler yani.

...

Evde yalnız olduğu bir gün ayvayı yiyen pamuk prenses zehirlenir ve cüceler ona kıyamayıp onu cam bir tabuta koyarlar...

Bu arada kalede:

-Ey Ormancı seni kızımı öldürdüğün için Ormanlar Prensi yapıyorum. Artık ormanlar senden sorulur der, Kraliçe.

Ormanda gezen prens cücelere uğrayıp hallerini hatırlarını sorayım der. Gittiğinde bir dene görsün! Ormanda aylar önce çıplak bıraktığı Pamuk orda tabutun içindedir. Prens cücelere niye burda yatıyor bu yok mu daha güzel bir yeriniz der. Anlamazdan gelir.Cüceler olayı anlatırlar. Bir "Hassikktir" çeken prens der ki:

-Ben son bir kez öpeyim şu Pamuk'umun kokusuna da doyamamıştım zaten.

Ve öper Pamuk'u. Pamuk "tam zamanında" der içinden ve yattığı tabuttan hemencecik kalkıp atlar prensin üstüne ama birde ne görsün prens bizim şu ormancı!

"Neyse daha iyi" deyip mutlu olur daha sonra Pamuk Prenses...

Semih Karacan

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!