4 Ocak 2008 Cuma

Uykusuz Vagon


Ayrilali cok olmadi sehirden. Trene binerken, arkamda bir el sallayanim yoktu. Kimse bilmiyor gittigimi. Bilsinler de istemedim. Tren hareket ettikten sonra gozumu kapatip bir sarkiyi sectim, son bes dakikadir o sarkiyi dinliyorum. Artik gozumu kapatarak yapiyorum her seyi. O zaman biraz olsun cekebiliyorum dunyayi. İplerimi biraktim zaten. İnsanlar da olaganca kirliligiyle suratima gulup duruyorlar. Bense hepsine karsi soguk bir duvarim. Anlamsiz guldugum de oluyor. Sevmiyorlar beni. Sevseler de fark etmez ya hani.

Oturdugum kopartimanda dort kisiyiz. Benim yaslarimda bir adam, karsimda bir ogrenci yaninda da yaslica bir kadin var. Arada gozgoze gelmemek icin ceviriyoruz kafalarimizi. Bilmezler ki, ben komsularimi bile tanimam. Her gun suratima kapisini carpan komsum benden ve yaptiklarimdan haberdar buyuk ihtimal. Bense seslerinden baska hicbir sey bilmiyorum haklarinda. Apartmanda beni bilmeyen yoktur akillarinca. Her seyimi arastirip da hicbir seyimi bilmezler. Adimi gercek adim sanarlar. Oysa ki yalandir her sey; gorundugu gibi degildir. Beni bilmeseler de olur. Onemsiz biriyimdir. Arada sinirlenir, muzigin sesini sonuna kadar acarim. Ancak biri bile kapimi calmaz. Bilirim rahatsiz olurlar, ama korkarlar kapimi calmaya. Olur da ben onlari iceri alir oldururum, ne malum!

Bu trene bindigimden beri dusunuyorum. İlk uzun yolculugum bu. Kacmak ve gitmek cesaret ister cunku. Dusundukce delirecek gibi oluyorum. Arada pencereden direkleri, evleri sayiyorum. Evler kimi zaman gosterisli, kimi zaman renksiz ve kirik dokuk. Diyorum ki icimden su yesil boyali evde alti kisi kaliyor, altisindan ucu cocuk, ikisi ebeveyn, biri de babanene. Sonra sacma fikirleri atip kafamdan yolu dinliyorum. Yol bir resim gibi uzuyor onumde. Sesler boluyor sarkiyi, sarki da orta yerine daliyor seslerin. Hepsi karisiyor. Kafam kazan.

Uyuyakalmisim. İnsanlar yavasca buyuyor gozlerimde. Konusmak istiyorum. Dilim damagim kurumus uykuda. Eskiden de boyle olurdu. Aksam ustu uykuya daldim mi hep susuz uyanirdim. Nedense korkutmuyor sesler beni. Yanimdaki adam tedirgin, kadin aglamaya baslamis. Ogrenci uykudan yeni uyandigindan anlamsizca bakiyor etrafina.

Ne oldugunu bilmiyorum. Koltugumda rahatsizca geri cekilip kulakligimi cantama attim. İcimde garip bir carpinti, nefes almakta zorlaniyordum. Birkac kisinin uzaktan gelen bagirmasini duydum sadece. Sert adimlar vagonda yankilaniyor, herkesi korku icinde birakiyordu. Sorsalar korkuyor musun diye? Korkmuyorum derdim. Bedenim korkak olabilirdi belki. Yasli kadin `Eyvahlar olsun` deyip duruyordu. Bu haliyle beni eskiye goturuyordu kadin. Babanem de ne zaman basini asan bir isi olsa `Eyvahlar olsun` derdi. Ne zaman soylese bu cumleyi sinirlerim bozulurdu. Hem tekrarlar her sekilde sinir bozucudur bana gore. Bu bakimdan bir kelimeye takildigimda, hemen vazgecmeye calisirim ondan. Hatta bazen silerim onu hafizamdan, yeter ki tekrara bulanmasin cumlelerim.

Yanimdaki gozlerini kapiya dikmis gelip geceni izliyordu. Ogrenciyse cantasini kucaklamis durumu anlamaya calisiyordu.

Postallarin sesi gittikce buyuyordu kulagimda. Sesi dinlerken kapidan girdiklerini zar zor fark edebildim adamlarin. Dort kisiydiler, arkalarinda belki daha fazlasi disarida bekliyordu. Ama iceri giren sadece dort kisiydi. Kadina ismini sordular. Kadin titreyerek
`Humeyra` dedi. Sonraki sorulara da ayni sekilde cevap verdi. Ogrenciyi es gecip adama dondu, liderleri oldugunu dusundugum adam.
`Kimsin` dedi. Adam sesini toparlayarak konustu. Basta bagirdi, kufretti. Adam silahi kafasina dayayinca aglamaya basladi. Sonra ardindan sinir krizi gecirircesine guldu. Ogrenci bunlari izlerken kulaklarini tikadi. Adam deliye donmuscesine hem aglayip hem de kahkahalar atarak guluyordu. Adami birakip bana donduler sonrasinda. Elimde kalin bir kitap vardi.
-Ogretmen misin?
-Ogretmenim.
-Nerden geliyorsun?
-Istanbul`dan.
-Nereye?
-Bilmiyorum.
-Cantani ver.

Cantami cektim. Kafama silahi dayadi. Olmek umrumda degildi. Aslinda cantamda da bir sey yoktu, ne diye durup dururken onun icin olmeyi goze aliyordum bilmiyorum. Ogretmen degildim. Gazetelerde calisan zavalli bir yazardim sadece. Ama ogretmen olarak bilseler ne cikar ki? Cantami cektigimi gorunce iyice sinirlendi adam. Olmeye bu kadar hevesli oldugumu bilmezdim. Silahin soguklugunu unutup ogrenciye baktim. Cocuk icine buzusmus cantami vermem icin dua ediyordu buyuk ihtimal. Hayati boyunca unutamayacagi bir goruntu gormek istemezdi. Yasli kadin `Eyvahlar olsun`u bilmem kacinci kez soyleyerek gozlerini benden kaciriyordu. Yanimdaki adam hala kendini kaybetmis bir sekilde ansizin gulup ansizin kederleniyordu.

-Ver cantayi!

Yine vermedim cantami. Konusmadim da. Sustum. Tetigi cekmeye hazir elini duzeltti adam. Vucudum kan ter icinde kalmisti. Ama hangi akla hizmettir bilinmez, icinde bir sey olmayan cantami, hala yasamimla korumaya devam ediyordum.

Bir tetik sesi kulaklarimi paramparca etti. Kursun benim vucudumu degil bir baskasini buldu. Hedef de ben degildim zaten. Adam hangi el cabukluguyla yapti bilinmez silahi ters yone dogrultup ogrenciyi vurdu. Ogrenci gozlerimizin onunde yere yigildi.

Sonra gittiler. Gerisini pek hatirlamiyorum. Bayilmisim. Uyandigimda cantam hala kucagimdaydi. Gozlerimi acip kapatiyorum, hala ayni kareye geliyor gozlerim. Kan revan icinde kalmis bir cocuk.

Henuz konusmaya alisamadigimdan daha cok yaziyorum. Bir cantanin nelere mal oldugunu degil. Olmenin mi olu gormenin mi insani daha cok etkiledigini yaziyorum. Belki de hicbir seyi. Buraya -yani burasi bir hastane sanirim- geleli cok olmadi. Yaziyorum. Anlatmanin kolay degildir. Yasamak da. Hem kimse insanlarin kolay, yasamin guzel oldugunu soylemedi bize. Konusarak anlasalim diyorsaniz, ben su an icin susuyorum.

4.12.08-12.06

22 Aralık 2007 Cumartesi

Bataklıktaki Çiçek


Can çekişiyordu, adeta ölüyordu.Son yaprağı da o pis kokulu karanlık çamurun altına gizlenmek üzereydi.Oysa o nerelerde dolaşmıştı, nerelerde bulmuştu öz benliğini.Kokusu da bitmek üzereydi.Bataklık kokusuyla iç içe geçmişti o güzel, beyaz yapraklarının kokusu.Bir zamanlar, gün ışığıyla dans ederdi gövdesi; ama şimdi zor buluyordu kendini.Batmak üzereydi, ama düşünesi gelmiyordu şimdiki halini.Anı yaşa derdi diğer çiçekler ona.Çok güzel anlar yaşamıştı ve birden anılarda bulmuştu kendini.Ah, ne de güzeldi bir aşığın, rüzgarlı bir günde söylediği şarkıya kokusuyla karışmak, ne de güzeldi bir sevgilinin kollarında okşanmak, burnunda bitmek.Bitmemişti onun güzel kokusu, böyle mi bitmeliydi diye düşündü.Kim atmıştı onu bu bataklığa.Adeta karanlığa düşmüştü ama beyaz yaprakları gibi sadeydi içi.Dese de Aristo: “Ruhun güzelliği bedeninki kadar kolay gözükmez.” diye.Onun iç güzelliği daha da güzeldi dış güzelliğinden.Beyazdı dışı bir zamanlar, o beyazlığı içine de katmıştı o zamanlar.Şimdi ise elinde kalan, içine dolan tek şeydi bu beyazlık.Dışı kararmak üzereydi.Oysa o, içi karanlık olup dışı beyaz olmaktansa; içi beyaz olup dışı çamur rengine boyanmayı tercih ederdi hep.Etti de.

Neydi peki beni bu hale getiren diye sordu kendine.Çok pisti dışı, korkuyordu o pisliği içine bulaştırmaktan, dış dünya niye bu kadar karartılarla doluydu dedi birden.Bilmiyordu çamurun kenarında var olmaya çalışan otları, bilmiyordu göklerde uçuşan martıların derin çığlıklarını, bilmiyordu insanların söyledikleri sözlerdeki sevginin manasını.Bilmiyordu…Ta ki birinin onu kurtardığı anı görene dek.Artık o da biliyordu otların bile yaşam kavgası vermeye çalıştığını, o da biliyordu kuşların bile aşık olabileceğini ve en önemlisi de onu kurtaran gizemli elde gerçek sevginin var olduğunu biliyordu.Çünkü o, gizemli elin ona getirdiği sevgiyle yaşıyordu.

19 Aralık 2007 Çarşamba

Her bir basamak mıhlanıp kalmış, bir üstündekine imrenir durur, bir üste sonra daha da üste çıkma hevesiyle yanıp tutuşur. Gıcırdayan tahtaların arasında birikmiş tozlar öksürtür basamakları her ayak darbesi aldıklarında. Ezilmek adına yazılmış geçmişleri, şimdileri ve gelecekleri. Merdiven kenarını çevreleyen korkuluklar sınırlandırıyor basamakları ve adımlarımın yalpalayışını. Giriş kapısının tokmağını avuçlarımın içine aldığımdan beri beni sarıp sarmalayan tozlanmış gıcırdayan bir ruh hali, her bir basamakta kendi adımlarımın altında ezildi. Etrafından geçtiğim her nesnenin yaşantısını içime doldurarak ilerlemek ve bedenimi gözlerimde hissetmek belli bir dereceden sonra inanılmaz ağır geliyor. Kalbimin hızının hislerime, kalemiminse düşüncelerime yetişememesi gibi… Ucu gözükmeyen basamak kalabalığının – ortası mı bilmiyorum – belli bir yerinde nefes alamaz hale geldim. İçinde bulunduğum bu sınırlı boşluğu aydınlatma ağrısı çeken loş ışıklar, aralarındaki mesafeyi git gide arttırıyor. İçime çöken kasvet parmak uçlarımda istemsiz bir titremeye sebebiyet verip hayal gücümün kapılarını zorluyor.

- Hayat beni zorla!

İnancın hayalle bilek güreşi yaptığı saatleri yaşamaktayım. Birbirlerini zorlamaktalar. En hiddetli anlarında, işaret parmakları şaha kalktığında, gözlerimden çıkan kıvılcım her ikisini de küle döndürmeli. Yaratanın tas tas çamurundan şekillenip de onun alevinde pişen ellerim iki kül tepesini harmanlayıp başımdan aşağı boca etmeli. İnancın ve hayalin tozları, çıktığım merdiven basamaklarında üzerimden kayıp tahta çatlaklarını doldurmalı ve buradan geçen her bir han yolcusunun – ilk miyim, son mu, tek mi – bıraktığı aşk /gurur, yalnız/bencil ikili küllerinin içinde kaynaşmalı. Bir dünya olmalı küller. Merdivenin neresindeyim hala bilmiyorum, üzerimden döktüğüm toz yığınını ton sayıyorum. Tüm tahta boşluklarını dolmuş görüyorum. Belki de bu merdivenlerin en son yolcusu olma isteğimdendir bu. İlk ve tek olmayı takmıyorum.

- Gözlerimde görüyorum bedenimi.

Bir üst basamağa çıkmak için vücudumu her kıvırışımda göz kapaklarım, parmaklarım, dizim, karnım, sırtım iç içe bir ahenkle bükülüyor. Sessizce boşalıyor kanım bacaklarıma, hissediyorum tane tane vuruşunu kanın bileğimde. İçimdeki kırmızı şelalenin akış heyecanı beni bunaltıyor, anlam veremiyorum ara sıra bu şehir içinde bulunduğum mekan hakkında bir anlam. O an her şey manasız. İç sesin sahibi kayıp. Merdiven gibi karışık, üst üste basamaklar gibi bir yığın insan.

- Bedenimden soyunmam gibidir zamanın yaşamdan ayıklanması.

Sonu olmayan bir tırmanıştayım sanki bir sinyal merdiven korkuluklarından bana doğru gelen ürkütüyor cesaretimi. Aniden, ismini bilmediğim tanımadığım bir basamakta çöküverdim. Sağ elim korkulukların çürümüş, nemli, hafiften işlemeli çubuğuna tutulu, sol elimse yorgunluktan sararmış sol yanağımı avuçlamış biçimde, oturuyorum. Kendim kendimin içinde, dünya kendinde dönüyor. İç içe, mide bulandırıcı hayatlar beynimden sıçrayıp merdivenden aşağı doğru süzülüyor. Zamanın hükmünü giymiş insanlar görüyorum, karşımda şekilleniyorlar. Titreyen ellerinin avuçladığı saçlarının siyahlığı burunlarının ucundan akıyor yavaş yavaş. Pürüzsüz ciltlerinde benekler uçuşuyor, buruşuk vücuda konuyorlar sonra . Doğamayan bebekler, annelerinin karınlarını tekmeliyor, yüzsüz suratlarını karanlık hiçliklerine çevirip ölüm havuzunda bir bir batıyorlar, işaret parmakları havada. Ben de varım der gibi, beni de seç hayat der gibi, suratıma var oluş sebebimi vurur gibi, kendi doğuşumdan kendimi utandırır gibi, cesaretimi kırbaçlar gibi. Gibi gibi…
Köşesiz, herkesin merkeze eşit mesafede ve sonsuz çapta, “erken ve geç” ile bezenmiş bir zaman çarkının etrafını sarmalamış insanlığa zararlı insanlar. Çark döndükçe, merdiven basamaklarını sınırlandıran korkuluklar ve duvar arasında mekik dokuyor ve ben biliyorum ki şimdiyi bulmadıkça çark düşüncelerde, her bir dönüş bir dahaki dönüşün hızlanmasını sağlayacak. Zamanın cismani boyutunda kol saatlerinin emrine itaatteki bu insanlar içine doldurdukları yaşanmışlıkları kusarak ölecekler. Geçmişlerinde boğulan insanları taşıyan çarksa üstüne binen ağırlıktan dolayı düşmeye başladı merdivenlerden geriden geriye, döne döne. Gözümden kayboldu. Şimdi bir ben varım bir basamak içinde.

— Yükseliş, duruş, gerileyiş kesişimindeki kıskaçta sıkışıp kalabilirim. Kendimi burada bırakmamalıyım. Savrulmalıyım, yolumu bilerek hem de.

Kelimesizlik açlığında kaşlarını yolan bir şair kadar acınacak durumdayım belki de. Belki de bu bina dışındaki veyahut bu binadan haberi dahi olmayanlardan çok daha ama çok daha şanslı durumdayım. Bilmiyorum insanlıktaki sıralama hanemi. Duvarların soğuk yüzü bir süre sonra daha üst basamaklara ilerleyişime neden oldu. Bu kez daha hızlı çıkışlar. Geride kalan basamağın hatırını sormayan sert adımlarım nefes nefese. Kapısız duvarlar, soluksuz basamaklar, penceresiz bir bina içerisindeyim. Arkamdan dönüp gelecek, döne döne keskinleşecek, bir savruluşla başımı gövdemden koparmaya niyetli olabilecek bir çark var. Umurumda değil ve yorgun değilim artık. Savaş vermiş duygularım. Yenilsem de yensem de girdim ben bir kere o kapıdan.

- En son kattasın hayatım. Son kere tat her ne istersen.

Tut ki yoruldun, son basamağı çıkar mıydın, bedenini gözünden çıkaracak son basamağı. Derhal sol ayağımı attım, merdivenle yolculuğumu tamamladım. Loş ışıkların geride kaldığı, bulutların güneşi perdelediği ikindi deminin tüm gücünü zorlayarak verebileceği en fazla ışık karşımda duran pencereden içeri girmeye çabalıyor. Pencereyle merdiven bitimi arasında sadece üç adım ve ben pencereden üç adım gerideyim. Kollarımı uzatsam pencereye, parmak uçlarımla pencere arası bir adım. Bakışlarımınki iki yüz yirmi iki. Gözlüklerimi çıkardım. Şimdi üç adımlık görüş mesafesindeyim. Dışarıya bakmadan gözlüklerimi attım pencereden. Uçtularsa gözlüklerim, yukarı; yok hala kanunuyla dönüyorsa dünya, aşağı.

- Ben hep uçmak istedim!

15 Aralık 2007 Cumartesi

el

yan şimdi.
ins, elini aldı yaratandan,
şekillenen tas tas çamurdan
sıcaklığında alevin pişen.
-
ölümün soğuk nefesini
taşımakta ki yangın
kaçıyoruz ondan
halbuki
yan şimdi.
-
elini ver bana ateşler içerisinden.
-
...
ins, atalarından yadigar arnavut kaldırımlarından
geçti, gitti.
-
yürüdü,
başının üstünde elleri
namluda mermi.
gözlerinde sevgili
yüzünde elleri;
utancın yanıbaşında aşk.
dolanırken dudaklarında parmaklar
bir yol çizer sesten bakışa.
-
ins yürüdü,
iki yakayı çengelleyen köprüde
elleri cebinde.
o an manası yok zamanın,
avareliğin şerefi!
garibin sorumluluğu ve
nedeni yok sonucun.
-
yürüdü ins,
kitabındaki cümleleri ayıkladı.
yıkadı ellerini kelimelerle.
anlamak buydu?
-
...
şimdi elini ver bana;
her işlenen sevap ve günah anısına,
ateşler içerisinde doğan ve
onda ölecek elini.

30 Kasım 2007 Cuma

Genza


Öne doğru oturdu. Olmadı. Arkaya çekti kendini. Saçları sıkıştı sandalyenin parmaklıklarına. Burada olmamalıydı. Ait değildi buraya. Kimin nereye ait olduğu konusunda neler düşünmüş, neler yazmıştı bunca zamandır. Yazmasaydı da olurdu. Kimi zaman kağıdı alıp da yere atardı. Kalemlerini kırardı. Yazmak başa belaydı sonuçta. Hani bir günlüğe hayatını anlatmak gibi, hani olmadık bir yerde zamansızca okunmak gibi. Yazmak cesaret ister. Yazmak kağıt değil, kalemi farklı yönden tutabilmeyi ister. Öyleyse dedi yüksek sesle. Buraya ait değilim ben. Ama nereye? Ellerini kafasından çekip düşündü. Bulamadı.

Güneş olmadık günün, olmadık ışınlarını odaya serpince gün yüzü doğdu içine. Rastlantılarından resim yapmak istedi. Kağıdı düzgünce koyup masasına, bulabildiği kalemlerle çizdi. Bu bir dünyaydı. Sağ tarafa bir adamı oturttu, elinde kalemi, önünde defteri. Adamın hemen karşısına binlerce kafa çizdi. Renklere boğdu resmi. Olmadı. Yavaş yavaş siyahlaştı kafalar önünde. Aynı yöndeki sinirli bakışlar tek bir vücutta toplandı. Odak noktasına bir kadın çizdi. Kadın; korkusunu yumruk yaptığı ellerinde saklamış, boynu bükük... Düşündü, kadının ismi Genza olmalıydı. Heceleyerek söyledi yavaşça: Gen-za. Sağdan bakıldığında resme; kadının bedenini saran korku açıkça gözüküyordu. Soldan bakıldığında ise cesaretli bir ayak izi vardı zeminde. Ayaklarını yere sıkıca basmış, gergin bir vücut beliriyordu kağıtta. Öyle olmalıydı. Nefesini tutmuş Genza, tanıyıp tanımadığı tüm insanların karşısında, hem büyüyor, hem de aynı anda küçülüyordu. Hemcinsini tanımaz bir kadın çizdi karşısına. Genza suçunu bilen bir tavır takınmıştı kadına karşı. Kadınsa sinirli ve hoyrat. Renklerle debelenedursun resim. Yanındaki soğumuş kahve, yanlış bir el hareketiyle kağıdın üzerine döküldü. Kokusunu da tadını da kağıdın üzerine bıraktı kahve. Resimde şimdi belli belirsiz Genza, karşısındaki adam ve sinirli kadın vardı. Kafalar anlamsız dairelere dönüşmüş, renkler karışmıştı. Siyaha bürünmüştü tüm resim. Olur olmadık her yerde yenenin siyah/kara olduğunu kanıtlarcasına.

Başladı. Her gün aynı saatte çalardı bu şarkı. Burada saat yoktu. Zamanı bu şarkıyla ölçerdi. Şarkı çalmaya başladı mı gün çoktan bitmiş olurdu. O zaman ellerini ardına bağlayıp otururdu yatağına. Burada yatak ve masadan başka bir şey yoktu zaten. Arada kağıt ve kalem verirlerdi ona. Delirmesine engel teşkil edecek hiçbir şey yoktu bu dört duvarda. Ölmesi engellenirdi ama. Ne bir bıçak verirlerdi yemekte, ne de keskindi yatağın altındaki metalin köşesi. Delirmeye ramak kala demir parmaklıklara sıkıştırıp ellerini bağırmaya başlardı. Öyle zamanlarda gelirdi gün. Öyle zamanlara denk gelirdi bir martının kanat çırpışı. Sonra unuturdu. Parmaklıklardan günü, güneşi izlerdi. Martı olmadık yaşamına umut getirirdi bazen. Burada olmamalıydı, buraya ait değildi. Kapısını hızlıca kapardı gardiyan, demir kapı uykusuzluk nöbetine bir neden olurdu geceleri. Uyku yasak değildi. Kalabalık yasaktı. Oysa o günkü gibi olsa bile kalabalıklar güzeldi. Beden dokunuşunu, konuşmayı özlerdi bazen.

Yerde zemin.
Sokakta bulut.
Ağaçta bir kuş olarak kalırdı dört duvarın ardında. Duvarlarla kaldıkça o resmi çizerdi sayısız kere. Unutmak için, hatırlamak gerekti ayrıntıları. Ayrıntı dediğin kabussa eğer, çıkmazdı insanın aklından. Olmadık bilmecelerde gelir giderdi aklı. Yoktu. Yok olmaya alışmalıydı insan. Sildirmişlerdi adını. “Burada tuttuklarına bakma seni, ismin yok. Nefes aldığına şükredip durma, öldü sanıyor herkes seni. Yoksun artık.” demişti parmaklıkların ardında bir ses. Sesi tanımıyordu. Ses yoktu belki de.

Bitti. Şarkı bittiğinde gün batardı. Bu şarkıyı O buraya geldikten iki gün sonra çalmaya başlamışlardı. İlk geldiği gün kendinde değildi. Şarkı hiç duymadığı bir ezgide birleşirdi. Evinde olsaydı şu an, şarkıyı beğenmez, sözlerinden nefret ederdi. Ancak buradayken seviyordu şarkıyı. Buranın bir başkaldırısıydı şarkı. Saat yoktu. Zaman sadece şarkıyla ölçülürdü.

Önündeki resme bakıp ağlamaya başladı. Bitmeliydi. İnsan hafızasını silebildiği müddetçe yaşayabiliyorsa eğer; en azından bu resmi silmeliydi aklından. Kulaklarını gelen sessizliğe karşı tıkadı. Şarkı çoktan bitmişti. Gün kararmış, hiçbir martı gözükmüyordu parmaklıkların ardından. Düşüncelerini susturdu sonrasında. Kağıdı alıp parmaklıkların arasından attı. Resmi aklından silmeye çalıştı. Olmadı. Kafasını yastığın altına gömüp yattı. Ne zaman uyku geldi bilinmez; aynı ses, aynı saatte, aynı korkuyla uyandırdı onu.

"Genza! Kalk! Gidiyorsun."


Not:Uzun zamandır boş bıraktık burayı. Yazalım bakalım=)

13 Kasım 2007 Salı

Emperyalist Kültürün Ne Kadar Etik Ve Ahlaki Olduğunun Farkında Mıyız?



Her şeyden önce kültür kavramını tanımlamakla duruma açıklık getirmek gerekir. Bilindiği üzere kültür, dünya yüzeyindeki farklı birey ve toplulukların insan yaradılışından günümüze kadar edindiği değerlerin bugün aldığı son şekildir. Özellikle 1850'de yapılan sanayi devriminden sonra yeni pazarların yaratılmasıyla kültürel değişim zorunlu hale gelmiştir.

Daha somuta indirgeyip, örnekleyecek olursak. Örneğin, ABD şu an dünyanın en gelişkin silah teknolojisine sahip olup, ürettiği silahları sattığı ülkelerde savaş kültürünün temeli yaşam felsefesi olmuştur. İsrail ile Filistin arasındaki çatışmaları düşündüğümüzde, okula gitmesi gereken çocuğun elinde kaleşnikof ile İsrailliler'e karşı kurtuluş savaşına girişmesi duygusu, emperyalist toplumları sürüklediği olumsuz noktalardan biridir.

Aynı durum Irak'ta da geçerlidir. Irak'a müdahale eden ABD Başkanı Bush, Saddam'ı göndererek demokrasi kültürünü Irak'a egemen kılacağını iddia etmesine karşın tam tersi Irak insanının birbirine düşmanlığı daha da derinleşmiş ve ülke olarak gelecekleri ipotek altına alınmıştır. Önümüzdeki yıllarda Irak insanı petrolünü yok pahasına ABD'ye teslim edip, savaş tazminatını ödemekle meşgul olurken, diğer yanda o topraklarda doğacak olan çocuklar besinden, bilgiden ve ilgiden yoksun bir şekilde büyüyecek ve bütün bunlardan haberdar olmadan geldikleri 'GLOBALLEŞEN DÜNYADA' kendilerini tam bir kaosun içinde bulacaklardır.

İşte yaşanan acıyı dile getiren sözler:

Her şeyden önce kültür kavramını tanımlamakla duruma açıklık getirmek gerekir. Bilindiği üzere kültür, dünya yüzeyindeki farklı birey ve toplulukların insan yaradılışından günümüze kadar edindiği değerlerin bugün aldığı son şekildir. Özellikle 1850'de yapılan sanayi devriminden sonra yeni pazarların yaratılmasıyla kültürel değişim zorunlu hale gelmiştir.

Daha somuta indirgeyip, örnekleyecek olursak. Örneğin, ABD şu an dünyanın en gelişkin silah teknolojisine sahip olup, ürettiği silahları sattığı ülkelerde savaş kültürünün temeli yaşam felsefesi olmuştur. İsrail ile Filistin arasındaki çatışmaları düşündüğümüzde, okula gitmesi gereken çocuğun elinde kaleşnikof ile İsrailliler'e karşı kurtuluş savaşına girişmesi duygusu, emperyalist toplumları sürüklediği olumsuz noktalardan biridir.

Aynı durum Irak'ta da geçerlidir. Irak'a müdahale eden ABD Başkanı Bush, Saddam'ı göndererek demokrasi kültürünü Irak'a egemen kılacağını iddia etmesine karşın tam tersi Irak insanının birbirine düşmanlığı daha da derinleşmiş ve ülke olarak gelecekleri ipotek altına alınmıştır. Önümüzdeki yıllarda Irak insanı petrolünü yok pahasına ABD'ye teslim edip, savaş tazminatını ödemekle meşgul olurken, diğer yanda o topraklarda doğacak olan çocuklar besinden, bilgiden ve ilgiden yoksun bir şekilde büyüyecek ve bütün bunlardan haberdar olmadan geldikleri 'GLOBALLEŞEN DÜNYADA' kendilerini tam bir kaosun içinde bulacaklardır.

İşte yaşanan acıyı dile getiren sözler:
'sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
burası benim vatanım
ölmek de yaşamak da
benim hakkım
ve en çok bundan dolayı
sana burasını cehennem
bana yine cennet vatan yapacağım
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
yaşadığın her an
mahşer menzilimdesin
soluk aldığın her an
mahşer menzilimdesin
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
burası benim vatanım
camiler kenti: felluce
ben bağımsız yaşarım
ben anasız yaşarım
ben babasız yaşarım
ben oğulsuz yaşarım
ben kızım olmadan yaşarım
ama vatansız yaşayamam
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
unutma
benim öldüğüm yer de vatanım
ya senin ve
sen
petrolsüz yaşayamazsın
yapamazsın yaşayamazsın
öfken hayalet öfkem gerçek
öfkem gerçek öfken hayalet
ölmek ve öldürmek benim için onur
senin için utanç
senin için yüz karası
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
sen uyut dünya uyusun
sen uyut insanlık uyusun
ama ben uyanığım
ama ben direneceğim
işte kefenim bedenim
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
felluce içinde redif sesi var
bakın yüreğine acep nesi var
beni duymayana dostlar
hepten âhım var
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
mahşer menzilindesin
mahşer menzilindesin
sana bir sır söyleyeceğim
aç yüreğini
bayram bağımsızlığımladır.'
Emperyalizmin insan yaşamında en yürek burkan tarafı ise; tüketim nesnelerinin ilkel toplumlarda ve günümüzde farklı amaçlarda kullanılmasıdır. İlkel toplumlarda insanlar sadece karnını doyurmak ve barınmak amaçlı temel ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırken ve bunları kendi aralarındaki ticari ilişkilerde kullanırken, günümüzde söz konusu nesneler temel ihtiyaçların çok ötesinde keyfi olarak kullanılmaktadır.Bu da dünyada yoksulla zengin arasıdaki uçurumu daha da arttırmaktadır.Örneğin, AB ülkeleri parfüm ve kozmetik ürünlerine yılda 28 milyar dolar harcarken birçok ülkede insanlar açlıkla mücadele etmektedir ki , bu da hiç insani değildir.

Aklıma Etiyopya ve Sudan'daki eti kemiğine yapışmış insanlar geliyor. Bir tarafta milyar dolar harcama yapılırken, diğer tarafta bence insanlığın utanarak söylemesi gerektiği kelimeden yani 'AÇLIK’ tan her yıl 38 milyon insan ölüyor.İşte dünyadaki bu dengesizlik tüm çıplaklığıyla göze batıyor ve biz bu global köyde yan komşumuzun bile aç uyuyup uyumadığından bihaber bir şekilde yaşıyoruz.

Asıl sorun, yine bilim ve teknolojiyi elinde tutan ülkelerin üretim yaparken ne kadar ahlaki davrandıkları, insani boyuttaki düşünceleri ile alakalıdır. Mesela, ABD, KYWOTO anlaşmasını imzalamayarak ozon tabakasının delinmesine neden olmakta ve böylece küresel ısınmayla birçok ülkede de açlık ve kıtlığın önünü açmaktadır. Yani kendi halkının refahı ve mutluluğu için insanlığın geleceğini tehlikeye sokmaktadır.
Günümüzde bilim ve teknoloji alanında öncül ülkeler ürettikleri malları satmak için, söz konusu ülkelerde o malın tüketimini özendirerek yapay kültür oluşturmaya çalışmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle mallarını satmak ve tüketici davranışlarını ürün doğrultusunda etkilemek için her türlü aracı kullanmaktadırlar. Örneğin; hesap makinesi, bilgisayarlar, dvd, cd vb. unsurlar promosyon altında küçük elektronik araç olarak dağıtılabilmektedir. Batı, kendi ürünlerini satarak daha fazla milli gelir elde etmek için, geri kalmış ülkeleri kendi normal yaşam alışkanlıklarından vazgeçirmeye yönelik her türlü yöntemi kullanmaktadır. Örneğin; tekstil sektöründe kot ürünlerini giyme kültürünü yayarak, kendi alışkanlıklarını empoze ettirmeye çalışmaktadır ki, geri kalmış ülkelere çok yüksek fiyatlı teknoloji ürünü makineleri ve boya maddeleri satmalarıyla da, zengin ülkeler daha da zenginleşirken ve lüks bir yaşam yaşarken; fakir insanların daha yoksullaşmasına ve sıradan bir yaşam sürmelerine neden olmaktadırlar. Bu da tüm dengelerin bozulması ve hegemonyanın yüzünü göstermesi anlamına gelmektedir.
.
Türkiye'de; medyada, müzikte, sanatta, hayatımızın her alanında kültür saldırısı kendini göstermektedir. Geniş kitlelere ulaşan ve en büyük araç olan medya bugün eğlence programları adı altında her türlü soytarılığı yapmaktadır. Bunun en büyük nedeni ise reytingler 'sanal makine' üzerine kurulu olan ve reyting oklarını tüm dünya ülkelerine fırlatan emperyalist ülkelerdir ve medyanın tam ortasında kendini bularak amaçlarına ulaşmışlardır. Kuşkusuz bu durum, açık hedef haline gelen bizlerde de son derece olumsuz etkiler yaratmış ve bu ülkelerin diğer ülkelerde de yaptıkları hegemonyayı da ele alacak olursak, insanlığın psikolojisi tamamen alt üst olmuştur, kimi ülkelerde demokrasi ve özgürlük adına yapılan saldırılarda ise; o ülke coğrafyası kanlı, kırmızı birer tablo halinde dünya pazarına sunulmuştur.

Bugün küresel kültür, bize yaşam biçimi, ürün ve kimlik pazarlamaktadır ve böylece dünyayı tek tipleştirecektir. Dünya diktatörlüğü anlamına gelen küreselleşmenin götürüsü aysbergin görünmeyen yüzü kadardır.Küreselleşme çatısı altında oynanan oyunlar her zaman yıpratıcı olmuş, götürüsü getirisinden daha fazla olmuştur.

Doğu ve batı arasında birer köprü konumunda olan bizler ise gücümüzü tarihimizden ve kendi kültürümüzden almaktayız. Aynı zamanda kültürümüz ile emperyalist kültür arasında uzlaşmaz çelişkiler mevcuttur. Yurdum insanı her zaman halkların kardeşliğinden, barıştan, adaletten yana tavır sergilemiş ve insanı insan yapan bu gibi değerlerle ruhunu beslemiştir.

Ey Batı coğrafyası!
Var mısın kardeşliğe, var mısın barışa, adalete; söyle var mısın? Yoksan eğer sana şunu derim:
Doğuyu doğduğu yere gömersen,
Karanlığı kıldıysan egemen,
Sen de olamazsın bu âlemde
Tek başına 'KÜRESELLEŞEN.'
Gizem Kurular

7 Kasım 2007 Çarşamba

Bir tek bu gün afalladım!


Bulutların kavgasından yorulmuş gökyüzü itekliyor onları bir kenara başka diyarlara. Mor menekşelerin üzerlerine düşen gölgenin yerini güneş aydınlığı alıyor.

Gittiğimde yanına pencerenin, menekşelerin mutluluğuna şahit oldum. Sinirlendim. Kıskanmaktan mutluluğu, kendi kendimi yedim.

Benim solan menekşelerim olmalıydı, kalemim silmeli silgimse yazmalı, saatler günde sadece iki defa doğruyu göstermeli.

Garipliği başında taç gibi taşımalısın, bilirsin...

Seni anlatmayan şiirlere hayran kalırken önünden geçip giderken insanlar her birinin ağzını arayıp, hayatın anlamını bulmak gerek.

Portakal kabuğu kokusunu takip etmeli sokaklarda.

Yok ki...
İmge havuzunda boğduğun insanlar sana küfrederken, gülüp geçmeli.

Bilmiyorlar ki...
Bir aynam var odamda, bakıp kendimi kendime gösterdiğim, arkasına geçince kör olduğum.

Aldım menekşeleri en sonunda pencerenin önünden, aynanın arkasına yerleştirdim. Bulutlar yüzsüz, yine kuruldular gökyüzüne. Portakal kabuğu kokusu benim odamdan geliyormuş ve durdurduğum her insan hiç bir şey söylemedi işime yarayan!

24 Ekim 2007 Çarşamba

Karşısı karışık.

"Rüzgarın esmediği vakitler, saçların tarandığı gibi kalır. Güneşin parlaması üzerine vurmak istemezse donuksundur. Çiçekleri ezerek yürürsen köprülerini yaktın demektir."


Yerin altını nasıl kazdıklarını düşündü önce. Eğer beynini kandırabilirse kimi zamanlar böyle, işe yaramaz ya da onu ilgilendirmeyen şeyler düşünürdü. Öyle bir günde yine kendi kendine kendini kandırmaca oynamak istedi. Metrodan indi. Kaygan zeminden ötede, geçilmesi yasak sarı çizgide, uzun ve telaşlı bir insan selinin arkasında yavaş adımlarla ilerledi. Kendisini toprağın altında üstüne çıkaracak, çıkarırken de yormayacak olan yürüyen merdiven için köşeyi döndü. Tekti. Telaşlı kalabalık telaş ettikleri şeyin peşine düşmüşlerdi. O tek kaldı. Dönüp arkasındaki boşluğa dil uzatabilirdi, boşa tekme atabilir ya da yankıyı kullanarak bir kaç ses denemesinde bulunabilirdi. Yalnızlığın vazgeçilmez artıları vardı işte. Yaşanacak her daim. Saçlarını bozup toplamayı tercih etti bu kadar delice yapılacak şey varken o normalliği seçti.

Yeryüzüne çıktı uzun dolambaçların ardından. Kendisi çıkarken girenler vardı.

"Ben gideceğiniz yerden geliyorum, sizse benim gideceğim yerden! Ters yaşam, aynı çizgi de git gel nereye kadar?"

Garip bakışlar üzerinde çok gecikmeden birikti. Yüzü kızardı. Deli olarak görünmek istemedi o an. Sanki yanında biri varmış gibi davranmak istedi. Yoktu. Gözlerini yerlerde döşeli kirli taşlara dikti. Hızlı adımlarla kaybolmak istercesine bir kalabalığa daldı. Sırtı yanıyordu. Sanki tüm bakışlar ok olmuş saplanmıştı kendisine. Kızdı, açık vermemeliydi düşüncelerini.

Uzun ve kalabalık caddede çantasını sürükleye sürükleye ilerledi. Az önce olanları unutmuş bir hali vardı. İki yerde durdu. Biri bar, içse sarhoş olur muydu acaba? Buğulu camın arkasını görmeye çalıştı. Pek seçilmiyordu içerisi. Başını hafifçe eğdi, hissetti oradaki olabilecek duyguları ve insanları. Uzun saçlı barmen yakışıklı tipini aptal bakan bakışlarıyla negatifliyor, karşısındakinde tiksinti uyandırıyordu. İri bir adam iki bira istedi. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarayı acıkmış gibi içine çekti. Sigara insanı doyurur mu ki... Kirli bar masasında önüne itilen biraları aldı, kızıl saçlı incecik narin bir kızın oturduğu masaya yöneldi. Kız utangaçtı, adamın yanında çocuğuymuş gibi küçük duruyordu. Adam derdini anlatmasını istedi kızdan, kızın alnına odaklanmış bakışlarıyla. Kız birden geri çekildi. Sanki derdi o an başladı, böyle hissetti. Yanlış mı doğru mu... Böyle düşünülecekse eğer ikilemde yaşanacaksa yani, yanlışızdır... Kız çantasını bir anda kaptığı gibi koşar adımlarla çıktı bardan. Barın kapısı açıldı.

Bir rüzgar esti.

Hissettiklerinde ne kadar doğruluk payı vardı, bilinmez ama bir yerlerde gerçekten kızıl saçlı narin bir kız iri bir adamın gölgesinde solmakta. Olasılıkların sıfır kabul edilmeyeceği bir sistemde yaşardı çünkü o. İçse de sarhoş olmayacağını, en azından sarhoş olmanın gereksiz bir aktivite olduğuna karar verdi. buğulu camı ve kapıyı dışarı doğru iten rüzgarı oluğu yerde bıraktı.

İlerledi.

Karşı taraftan kısa boylu, şişman, beyaz saçlı bizlere göre abuk sabuk -delice- giyinmiş bir kadın geiyordu. İkisi de birbirlerine iki adım kala durdu ve selamlaştılar. Kadın "Mer haba!"; oysa, "Merha ba!". Sanki üstlendikleri ilahi bir görevi tamamlamışlardı. Böyle bir hava içerisinde ikisi de yollarına devam etti, ters istikamette.

Yalnız değilse eğer bu caddede, duyurmalıydı sesini. Yılların kendisinde bıraktığı acımasız yalnızlığın sonu gelmeli. Kilitli kaldığı odalara küfretmeli, bağırmalı en güzel şiirlerini, terkeden ailesinin şerefsizliğini, her saat başı aldığı ilaçların gereksizliğini, asıl olan nasıl olursa olsun yaşadığı gerçeğini...

İçinden dökülen milyonlarca heyecan ünlemini elleri titreye titreye bir kaldırım taşının üstüne çıkarak bıraktı.

"Ay tut ulmaz!
Uluyanlar kurt...
Ben se genç biri
Değilim deli!!!"

Sokak başında iki polis araçlarından indi,"Hastanden kaçan zır deli bu olmasın?" Ellerinde kelepçe, soluğu özgür kadının yanında aldılar. Kadın yine kızardı, söylendi kendisine, açık vermemeliydi, farklı olmak burada deli olmaktır diye düşündü. Belki de gerçekten deliydi.

20 Ekim 2007 Cumartesi

Abim Evin Tek Çocuğu

Evden uzaklaştığı ilk gün onu geçiren sadece abisiydi. Trenin camına kafasını yaslamış, ilk defa uzağa gitmenin verdiği huzur ve tedirginlikle dışarıya bakıyordu. Çevresinde olup bitenlerden habersiz bir çocuktu daha.

Rahip okuluna gitmeyi başta sorgulamamıştı, ancak sonra abisinin de aklını çelmesiyle fikrini değiştirip rahip okulundan ayrılmıştı. Teknik okulda okumak değildi isteği, edebiyata girmek istiyordu. Ancak ailedir, engeldir, teknik liseye girmişti.



Düşünce yapısı oturmamış kişilerin toyluğunda oradan, buradan fikirle faşistliğin sembolü haline gelir Accio. Kavgacı, ailesiyle bir türlü anlaşamayan Accio, kendini faşistlerin yaptığı eylemlerde bulur. Aslında durum faşist olmaktan daha öte; boşluğun bir şekilde bir düşünceyle ya da bir başkaldırışla dolmasıdır. Accio en başında farkına vardığı gibi yalnızdır.



Küçük, eski bir ev. Kirişleri güçlendirmek için sonradan yapılan demirler olmasa belki de yıkılacak. İşçi ücretiyle geçinen ailenin üç çocuğundan diğeri olan Manrico komünisttir, o da kardeşi gibi eylemlerde bulunur. Ancak Accio’nun aksine yakışıklı, sevilen, dinlenen biridir. Manrico’ya destek veren anneleri, bir ev için; ev partisine oy veren ailesinin geçimi için uğraşan bilindik bir ev kadınıdır.



1960 ve 1970’li yıllardaki İtalya’nın siyası yaşamını konu alan film, Accio’nun faşist, Manrico’nun komünist düşünceleriyle karşı karşıya gelmelerini anlatıyor. Eylemlerde, evde birbirinin boğazına yapışan iki kardeş yine de ‘kardeş’ olmanın anlamıyla birbirlerini savunmayı da hiçbir zaman unutmuyorlar. Diğer kız kardeş de tabii sevilen Manrico’nun yanında ve yoldaşlarıyla beraber bir müzik grubunda bir müzik aleti çalmaktadır.



Accio sinirli yapısı yüzünden kimseyle anlaşamaz, herkesle kavga eder. Koridorun önündeki küçük odasından –belki oda bile denilemez- ve ailesinden umudunu keser. Bilinçsiz bağırışları, kavgaları ve karakoldan eksilmeyen görüntüsüyle aksi biri olup çıkar. Abisiyle bütün düşüncelerinin uzağında kardeş olup anlaşabilmelerini tek bir şey engeller.



Film mizahi dille, İtalya’nın 1960 ve 1970’li yıllardaki faşist ve komünist eylemlerinden yola çıkarak zıt iki fikrin bir ailede doğmasını anlatıyor. Film 2007 İtalya David di Donatello Ödülleri’nde en iyi Kurgu, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu (Elio Germano), en iyi yardımcı kadın oyuncu (Angelo Finocchiaro) ödüllerini almış. Filmlerde hep sorunlu kişilerin yanında olmamdan mıdır nedir Accio’yu daha çok sevdim Manrico’ya göre. Film ilk dakikalardan güzel müzikler duyacağımızın haberini veriyor ve film boyunca dinlediğim müzikler hâlâ aklımda.



Film Ekimi’nin geçen sene beni hüsrana uğratan bir filminden sonra böyle bir film izleyeceğimi düşünmüyordum aslında. Büyük bir etki bırakan filmlerden değil kuşkusuz, yani en azından benim için. Ama biraz arkamıza yaslanıp suratımızı gevşeterek eğlenip düşünebileceğimiz bir film. Sonra da ayaklarını uzatırsın iskelede, önünde deniz, arkada müzik, karşında Accio ve filmden çıkarken garip bir hüzünle o cümle çıkar yine ağzından:


“Abimi özledim lan!”



18 Ekim 2007 Perşembe

Giderken Kurbağa, Kalırken Balık

Bitirim`e...


-Düşünmeyi bırak da konuş. Bırak elindeki bardağı, bakışlarını kaçırmak istiyorsun biliyorum, her kahve içmende. Söyleyebilecek bir şeyin var mı? Düşünmeyi bırak da konuş diyorum sana. Mesela ben. Ayaklarımı uzatmış buradayım. Gözlerimde garip bir yorgunluğun izleri var ve yatağımdan kalkmak her gün biraz daha zor oluyor benim için. Dur, konuşmaktan mı bahsettik? Konuşmak demişken öyle yüzeyde kalmasın söylediklerimiz. Biz konuşuyorduk zaten sonra susunca oldu bunlar biliyorum. Yerin altında bir zemin var ve eskiden hayal ettiğimiz gibi ne sen kurbağasın, ne de ben balık. Sen kurbağa beslemekle başlamamalıydın işe. Sınır. Evet, öyle diyorlar, sınır. Biz hangi sınırdan kaçtık da buraya geldik bilmiyorum. Öyle içini çekme, içini çekmek ne ki, sen benim yanımda bile ağlamazsın zaten. Kaçırıp durma bakışlarını. Bazen diyorum ya, gitme. En zor da bunu demek değil mi, arkana yaslanıp sen pencereye doğru çeviriyorsun kafanı. O sesi, sessizliği hatırlatma bana.

-Konuşmayı bırak da sus artık. Arkamda garip bir karanlık var. Bilmiyorsun, bilmiyoruz olanları. Sen balık olduğunun farkında değilsin artık. Ayağının altında bir zemin dönmekte ve konuşup duruyorsun. Aslında hep konuşuyoruz. İnsanız ya bildiğimizi sanıyoruz, bilmiyoruz balık. Sen o kağıda küçük çizgilerle bir balık çizip maviye boyadığında da bilmiyorduk, şimdi de. Biz eskiden her şeye gülerdik öyle değil mi? Tren geçerdi gülerdik, yağmur yağdığında, kitaba su döktüğümüzde, müzik dinlediğimizde hep gülerdik. Söyle bana aklındakini! Kaçırdığımı biliyorum, sen bilmesen de biz hep sustuk aslında. Neyi söyledik ki birbirimize? Uzağa giderken, kalırken de hep birbirimizde aradık suçu. Şimdi ne olur sus da, gideyim ben. Kalmak neyi değiştirir ki? Hem gitmektir yaşamak, sen öyle derdin.

-Ne geçti biliyor musun? Bilmesen de olur. Hani balık ve kurbağa olmak. Eskiden sokakta yürürken bile yapardık bunu. Büyüdük mü ki?

-Kafamı suyun içine daldırıp onaaa kadar sayıyorum.
-Ben de önümdeki koskocaman yaprağın üstüne atlıyorum. Burası hep sazlık.
-Bana da saz toplar mısın?
-Sen denizanasıyla arkadaş olursan toplarım.
-Anlaştık sevgili kurbağa.
-Ben bataklıktan dönünce yemek hazır olsun.
-Yosun getirmeyi unutma, bir de yerleri yeşile boyamadan gel bu sefer.
-Sen de kum getir bugün balık. Merdivenleri düzeltmemiz gerek.

-Bunlar eskidi mi, bazen dönüp arkama bakıyorum da, çocukluk aslında orada olduğu gibi güzel. Belki de sen haklısın. Geçmişte ne arıyorum ki, biz burada şimdi’den bahsetmeliyiz. Ayrıca şimdi aynı karede olsak yani dönsek çocukluğumuza, biz şimdi, aynı biz olabilir miyiz? Aynı şekilde mi kaldık sanki? Senin dertlerin büyüdü, benim gözlerim yorgun. Eskiden gözlüğüm yoktu değil mi kurbağa? Sesin bu kadar güzel değildi hem senin. Sonra uzak değildi bakışların, şimdi de muzip ama, değişti, değişenin ne olduğunu bilmiyorum. Sen güzel resim yapamıyorsun hala ama.

-Balık olma hayalin uzak değildi, sen kafanı soktuğunda suyun içine kendini balık sanırdın. Değişen ne ki balık, hep aynı şarkıdayız aslında. Konuşsak da hep sustuk biz. Diyorum ya sana yanında susarken bile durabildiğim tek insansın. Balık biz insan olmayalım. Konuşmayı bırakıp susalım balık, sen büyü, deniz ol, büyüsün gözlerin balık. Konuşmayı bırakıp susalım balık. Son susma vaktidir bu.

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!