Eksik Hece
14 Mart 2008 Cuma
4 Ocak 2008 Cuma
Uykusuz Vagon
Oturdugum kopartimanda dort kisiyiz. Benim yaslarimda bir adam, karsimda bir ogrenci yaninda da yaslica bir kadin var. Arada gozgoze gelmemek icin ceviriyoruz kafalarimizi. Bilmezler ki, ben komsularimi bile tanimam. Her gun suratima kapisini carpan komsum benden ve yaptiklarimdan haberdar buyuk ihtimal. Bense seslerinden baska hicbir sey bilmiyorum haklarinda. Apartmanda beni bilmeyen yoktur akillarinca. Her seyimi arastirip da hicbir seyimi bilmezler. Adimi gercek adim sanarlar. Oysa ki yalandir her sey; gorundugu gibi degildir. Beni bilmeseler de olur. Onemsiz biriyimdir. Arada sinirlenir, muzigin sesini sonuna kadar acarim. Ancak biri bile kapimi calmaz. Bilirim rahatsiz olurlar, ama korkarlar kapimi calmaya. Olur da ben onlari iceri alir oldururum, ne malum!
Bu trene bindigimden beri dusunuyorum. İlk uzun yolculugum bu. Kacmak ve gitmek cesaret ister cunku. Dusundukce delirecek gibi oluyorum. Arada pencereden direkleri, evleri sayiyorum. Evler kimi zaman gosterisli, kimi zaman renksiz ve kirik dokuk. Diyorum ki icimden su yesil boyali evde alti kisi kaliyor, altisindan ucu cocuk, ikisi ebeveyn, biri de babanene. Sonra sacma fikirleri atip kafamdan yolu dinliyorum. Yol bir resim gibi uzuyor onumde. Sesler boluyor sarkiyi, sarki da orta yerine daliyor seslerin. Hepsi karisiyor. Kafam kazan.
Uyuyakalmisim. İnsanlar yavasca buyuyor gozlerimde. Konusmak istiyorum. Dilim damagim kurumus uykuda. Eskiden de boyle olurdu. Aksam ustu uykuya daldim mi hep susuz uyanirdim. Nedense korkutmuyor sesler beni. Yanimdaki adam tedirgin, kadin aglamaya baslamis. Ogrenci uykudan yeni uyandigindan anlamsizca bakiyor etrafina.
Ne oldugunu bilmiyorum. Koltugumda rahatsizca geri cekilip kulakligimi cantama attim. İcimde garip bir carpinti, nefes almakta zorlaniyordum. Birkac kisinin uzaktan gelen bagirmasini duydum sadece. Sert adimlar vagonda yankilaniyor, herkesi korku icinde birakiyordu. Sorsalar korkuyor musun diye? Korkmuyorum derdim. Bedenim korkak olabilirdi belki. Yasli kadin `Eyvahlar olsun` deyip duruyordu. Bu haliyle beni eskiye goturuyordu kadin. Babanem de ne zaman basini asan bir isi olsa `Eyvahlar olsun` derdi. Ne zaman soylese bu cumleyi sinirlerim bozulurdu. Hem tekrarlar her sekilde sinir bozucudur bana gore. Bu bakimdan bir kelimeye takildigimda, hemen vazgecmeye calisirim ondan. Hatta bazen silerim onu hafizamdan, yeter ki tekrara bulanmasin cumlelerim.
Yanimdaki gozlerini kapiya dikmis gelip geceni izliyordu. Ogrenciyse cantasini kucaklamis durumu anlamaya calisiyordu.
Postallarin sesi gittikce buyuyordu kulagimda. Sesi dinlerken kapidan girdiklerini zar zor fark edebildim adamlarin. Dort kisiydiler, arkalarinda belki daha fazlasi disarida bekliyordu. Ama iceri giren sadece dort kisiydi. Kadina ismini sordular. Kadin titreyerek
`Humeyra` dedi. Sonraki sorulara da ayni sekilde cevap verdi. Ogrenciyi es gecip adama dondu, liderleri oldugunu dusundugum adam.
`Kimsin` dedi. Adam sesini toparlayarak konustu. Basta bagirdi, kufretti. Adam silahi kafasina dayayinca aglamaya basladi. Sonra ardindan sinir krizi gecirircesine guldu. Ogrenci bunlari izlerken kulaklarini tikadi. Adam deliye donmuscesine hem aglayip hem de kahkahalar atarak guluyordu. Adami birakip bana donduler sonrasinda. Elimde kalin bir kitap vardi.
-Ogretmen misin?
-Ogretmenim.
-Nerden geliyorsun?
-Istanbul`dan.
-Nereye?
-Bilmiyorum.
-Cantani ver.
Cantami cektim. Kafama silahi dayadi. Olmek umrumda degildi. Aslinda cantamda da bir sey yoktu, ne diye durup dururken onun icin olmeyi goze aliyordum bilmiyorum. Ogretmen degildim. Gazetelerde calisan zavalli bir yazardim sadece. Ama ogretmen olarak bilseler ne cikar ki? Cantami cektigimi gorunce iyice sinirlendi adam. Olmeye bu kadar hevesli oldugumu bilmezdim. Silahin soguklugunu unutup ogrenciye baktim. Cocuk icine buzusmus cantami vermem icin dua ediyordu buyuk ihtimal. Hayati boyunca unutamayacagi bir goruntu gormek istemezdi. Yasli kadin `Eyvahlar olsun`u bilmem kacinci kez soyleyerek gozlerini benden kaciriyordu. Yanimdaki adam hala kendini kaybetmis bir sekilde ansizin gulup ansizin kederleniyordu.
-Ver cantayi!
Henuz konusmaya alisamadigimdan daha cok yaziyorum. Bir cantanin nelere mal oldugunu degil. Olmenin mi olu gormenin mi insani daha cok etkiledigini yaziyorum. Belki de hicbir seyi. Buraya -yani burasi bir hastane sanirim- geleli cok olmadi. Yaziyorum. Anlatmanin kolay degildir. Yasamak da. Hem kimse insanlarin kolay, yasamin guzel oldugunu soylemedi bize. Konusarak anlasalim diyorsaniz, ben su an icin susuyorum.
4.12.08-12.06
22 Aralık 2007 Cumartesi
Bataklıktaki Çiçek
19 Aralık 2007 Çarşamba
Uç
- Hayat beni zorla!
İnancın hayalle bilek güreşi yaptığı saatleri yaşamaktayım. Birbirlerini zorlamaktalar. En hiddetli anlarında, işaret parmakları şaha kalktığında, gözlerimden çıkan kıvılcım her ikisini de küle döndürmeli. Yaratanın tas tas çamurundan şekillenip de onun alevinde pişen ellerim iki kül tepesini harmanlayıp başımdan aşağı boca etmeli. İnancın ve hayalin tozları, çıktığım merdiven basamaklarında üzerimden kayıp tahta çatlaklarını doldurmalı ve buradan geçen her bir han yolcusunun – ilk miyim, son mu, tek mi – bıraktığı aşk /gurur, yalnız/bencil ikili küllerinin içinde kaynaşmalı. Bir dünya olmalı küller. Merdivenin neresindeyim hala bilmiyorum, üzerimden döktüğüm toz yığınını ton sayıyorum. Tüm tahta boşluklarını dolmuş görüyorum. Belki de bu merdivenlerin en son yolcusu olma isteğimdendir bu. İlk ve tek olmayı takmıyorum.
- Gözlerimde görüyorum bedenimi.
Bir üst basamağa çıkmak için vücudumu her kıvırışımda göz kapaklarım, parmaklarım, dizim, karnım, sırtım iç içe bir ahenkle bükülüyor. Sessizce boşalıyor kanım bacaklarıma, hissediyorum tane tane vuruşunu kanın bileğimde. İçimdeki kırmızı şelalenin akış heyecanı beni bunaltıyor, anlam veremiyorum ara sıra bu şehir içinde bulunduğum mekan hakkında bir anlam. O an her şey manasız. İç sesin sahibi kayıp. Merdiven gibi karışık, üst üste basamaklar gibi bir yığın insan.
- Bedenimden soyunmam gibidir zamanın yaşamdan ayıklanması.
Sonu olmayan bir tırmanıştayım sanki bir sinyal merdiven korkuluklarından bana doğru gelen ürkütüyor cesaretimi. Aniden, ismini bilmediğim tanımadığım bir basamakta çöküverdim. Sağ elim korkulukların çürümüş, nemli, hafiften işlemeli çubuğuna tutulu, sol elimse yorgunluktan sararmış sol yanağımı avuçlamış biçimde, oturuyorum. Kendim kendimin içinde, dünya kendinde dönüyor. İç içe, mide bulandırıcı hayatlar beynimden sıçrayıp merdivenden aşağı doğru süzülüyor. Zamanın hükmünü giymiş insanlar görüyorum, karşımda şekilleniyorlar. Titreyen ellerinin avuçladığı saçlarının siyahlığı burunlarının ucundan akıyor yavaş yavaş. Pürüzsüz ciltlerinde benekler uçuşuyor, buruşuk vücuda konuyorlar sonra . Doğamayan bebekler, annelerinin karınlarını tekmeliyor, yüzsüz suratlarını karanlık hiçliklerine çevirip ölüm havuzunda bir bir batıyorlar, işaret parmakları havada. Ben de varım der gibi, beni de seç hayat der gibi, suratıma var oluş sebebimi vurur gibi, kendi doğuşumdan kendimi utandırır gibi, cesaretimi kırbaçlar gibi. Gibi gibi…
Köşesiz, herkesin merkeze eşit mesafede ve sonsuz çapta, “erken ve geç” ile bezenmiş bir zaman çarkının etrafını sarmalamış insanlığa zararlı insanlar. Çark döndükçe, merdiven basamaklarını sınırlandıran korkuluklar ve duvar arasında mekik dokuyor ve ben biliyorum ki şimdiyi bulmadıkça çark düşüncelerde, her bir dönüş bir dahaki dönüşün hızlanmasını sağlayacak. Zamanın cismani boyutunda kol saatlerinin emrine itaatteki bu insanlar içine doldurdukları yaşanmışlıkları kusarak ölecekler. Geçmişlerinde boğulan insanları taşıyan çarksa üstüne binen ağırlıktan dolayı düşmeye başladı merdivenlerden geriden geriye, döne döne. Gözümden kayboldu. Şimdi bir ben varım bir basamak içinde.
— Yükseliş, duruş, gerileyiş kesişimindeki kıskaçta sıkışıp kalabilirim. Kendimi burada bırakmamalıyım. Savrulmalıyım, yolumu bilerek hem de.
Kelimesizlik açlığında kaşlarını yolan bir şair kadar acınacak durumdayım belki de. Belki de bu bina dışındaki veyahut bu binadan haberi dahi olmayanlardan çok daha ama çok daha şanslı durumdayım. Bilmiyorum insanlıktaki sıralama hanemi. Duvarların soğuk yüzü bir süre sonra daha üst basamaklara ilerleyişime neden oldu. Bu kez daha hızlı çıkışlar. Geride kalan basamağın hatırını sormayan sert adımlarım nefes nefese. Kapısız duvarlar, soluksuz basamaklar, penceresiz bir bina içerisindeyim. Arkamdan dönüp gelecek, döne döne keskinleşecek, bir savruluşla başımı gövdemden koparmaya niyetli olabilecek bir çark var. Umurumda değil ve yorgun değilim artık. Savaş vermiş duygularım. Yenilsem de yensem de girdim ben bir kere o kapıdan.
- En son kattasın hayatım. Son kere tat her ne istersen.
Tut ki yoruldun, son basamağı çıkar mıydın, bedenini gözünden çıkaracak son basamağı. Derhal sol ayağımı attım, merdivenle yolculuğumu tamamladım. Loş ışıkların geride kaldığı, bulutların güneşi perdelediği ikindi deminin tüm gücünü zorlayarak verebileceği en fazla ışık karşımda duran pencereden içeri girmeye çabalıyor. Pencereyle merdiven bitimi arasında sadece üç adım ve ben pencereden üç adım gerideyim. Kollarımı uzatsam pencereye, parmak uçlarımla pencere arası bir adım. Bakışlarımınki iki yüz yirmi iki. Gözlüklerimi çıkardım. Şimdi üç adımlık görüş mesafesindeyim. Dışarıya bakmadan gözlüklerimi attım pencereden. Uçtularsa gözlüklerim, yukarı; yok hala kanunuyla dönüyorsa dünya, aşağı.
- Ben hep uçmak istedim!
15 Aralık 2007 Cumartesi
el
30 Kasım 2007 Cuma
Genza
Güneş olmadık günün, olmadık ışınlarını odaya serpince gün yüzü doğdu içine. Rastlantılarından resim yapmak istedi. Kağıdı düzgünce koyup masasına, bulabildiği kalemlerle çizdi. Bu bir dünyaydı. Sağ tarafa bir adamı oturttu, elinde kalemi, önünde defteri. Adamın hemen karşısına binlerce kafa çizdi. Renklere boğdu resmi. Olmadı. Yavaş yavaş siyahlaştı kafalar önünde. Aynı yöndeki sinirli bakışlar tek bir vücutta toplandı. Odak noktasına bir kadın çizdi. Kadın; korkusunu yumruk yaptığı ellerinde saklamış, boynu bükük... Düşündü, kadının ismi Genza olmalıydı. Heceleyerek söyledi yavaşça: Gen-za. Sağdan bakıldığında resme; kadının bedenini saran korku açıkça gözüküyordu. Soldan bakıldığında ise cesaretli bir ayak izi vardı zeminde. Ayaklarını yere sıkıca basmış, gergin bir vücut beliriyordu kağıtta. Öyle olmalıydı. Nefesini tutmuş Genza, tanıyıp tanımadığı tüm insanların karşısında, hem büyüyor, hem de aynı anda küçülüyordu. Hemcinsini tanımaz bir kadın çizdi karşısına. Genza suçunu bilen bir tavır takınmıştı kadına karşı. Kadınsa sinirli ve hoyrat. Renklerle debelenedursun resim. Yanındaki soğumuş kahve, yanlış bir el hareketiyle kağıdın üzerine döküldü. Kokusunu da tadını da kağıdın üzerine bıraktı kahve. Resimde şimdi belli belirsiz Genza, karşısındaki adam ve sinirli kadın vardı. Kafalar anlamsız dairelere dönüşmüş, renkler karışmıştı. Siyaha bürünmüştü tüm resim. Olur olmadık her yerde yenenin siyah/kara olduğunu kanıtlarcasına.
Başladı. Her gün aynı saatte çalardı bu şarkı. Burada saat yoktu. Zamanı bu şarkıyla ölçerdi. Şarkı çalmaya başladı mı gün çoktan bitmiş olurdu. O zaman ellerini ardına bağlayıp otururdu yatağına. Burada yatak ve masadan başka bir şey yoktu zaten. Arada kağıt ve kalem verirlerdi ona. Delirmesine engel teşkil edecek hiçbir şey yoktu bu dört duvarda. Ölmesi engellenirdi ama. Ne bir bıçak verirlerdi yemekte, ne de keskindi yatağın altındaki metalin köşesi. Delirmeye ramak kala demir parmaklıklara sıkıştırıp ellerini bağırmaya başlardı. Öyle zamanlarda gelirdi gün. Öyle zamanlara denk gelirdi bir martının kanat çırpışı. Sonra unuturdu. Parmaklıklardan günü, güneşi izlerdi. Martı olmadık yaşamına umut getirirdi bazen. Burada olmamalıydı, buraya ait değildi. Kapısını hızlıca kapardı gardiyan, demir kapı uykusuzluk nöbetine bir neden olurdu geceleri. Uyku yasak değildi. Kalabalık yasaktı. Oysa o günkü gibi olsa bile kalabalıklar güzeldi. Beden dokunuşunu, konuşmayı özlerdi bazen.
Yerde zemin.
Sokakta bulut.
Ağaçta bir kuş olarak kalırdı dört duvarın ardında. Duvarlarla kaldıkça o resmi çizerdi sayısız kere. Unutmak için, hatırlamak gerekti ayrıntıları. Ayrıntı dediğin kabussa eğer, çıkmazdı insanın aklından. Olmadık bilmecelerde gelir giderdi aklı. Yoktu. Yok olmaya alışmalıydı insan. Sildirmişlerdi adını. “Burada tuttuklarına bakma seni, ismin yok. Nefes aldığına şükredip durma, öldü sanıyor herkes seni. Yoksun artık.” demişti parmaklıkların ardında bir ses. Sesi tanımıyordu. Ses yoktu belki de.
Bitti. Şarkı bittiğinde gün batardı. Bu şarkıyı O buraya geldikten iki gün sonra çalmaya başlamışlardı. İlk geldiği gün kendinde değildi. Şarkı hiç duymadığı bir ezgide birleşirdi. Evinde olsaydı şu an, şarkıyı beğenmez, sözlerinden nefret ederdi. Ancak buradayken seviyordu şarkıyı. Buranın bir başkaldırısıydı şarkı. Saat yoktu. Zaman sadece şarkıyla ölçülürdü.
Önündeki resme bakıp ağlamaya başladı. Bitmeliydi. İnsan hafızasını silebildiği müddetçe yaşayabiliyorsa eğer; en azından bu resmi silmeliydi aklından. Kulaklarını gelen sessizliğe karşı tıkadı. Şarkı çoktan bitmişti. Gün kararmış, hiçbir martı gözükmüyordu parmaklıkların ardından. Düşüncelerini susturdu sonrasında. Kağıdı alıp parmaklıkların arasından attı. Resmi aklından silmeye çalıştı. Olmadı. Kafasını yastığın altına gömüp yattı. Ne zaman uyku geldi bilinmez; aynı ses, aynı saatte, aynı korkuyla uyandırdı onu.
"Genza! Kalk! Gidiyorsun."
13 Kasım 2007 Salı
Emperyalist Kültürün Ne Kadar Etik Ve Ahlaki Olduğunun Farkında Mıyız?
Daha somuta indirgeyip, örnekleyecek olursak. Örneğin, ABD şu an dünyanın en gelişkin silah teknolojisine sahip olup, ürettiği silahları sattığı ülkelerde savaş kültürünün temeli yaşam felsefesi olmuştur. İsrail ile Filistin arasındaki çatışmaları düşündüğümüzde, okula gitmesi gereken çocuğun elinde kaleşnikof ile İsrailliler'e karşı kurtuluş savaşına girişmesi duygusu, emperyalist toplumları sürüklediği olumsuz noktalardan biridir.
Aynı durum Irak'ta da geçerlidir. Irak'a müdahale eden ABD Başkanı Bush, Saddam'ı göndererek demokrasi kültürünü Irak'a egemen kılacağını iddia etmesine karşın tam tersi Irak insanının birbirine düşmanlığı daha da derinleşmiş ve ülke olarak gelecekleri ipotek altına alınmıştır. Önümüzdeki yıllarda Irak insanı petrolünü yok pahasına ABD'ye teslim edip, savaş tazminatını ödemekle meşgul olurken, diğer yanda o topraklarda doğacak olan çocuklar besinden, bilgiden ve ilgiden yoksun bir şekilde büyüyecek ve bütün bunlardan haberdar olmadan geldikleri 'GLOBALLEŞEN DÜNYADA' kendilerini tam bir kaosun içinde bulacaklardır.
İşte yaşanan acıyı dile getiren sözler:
Her şeyden önce kültür kavramını tanımlamakla duruma açıklık getirmek gerekir. Bilindiği üzere kültür, dünya yüzeyindeki farklı birey ve toplulukların insan yaradılışından günümüze kadar edindiği değerlerin bugün aldığı son şekildir. Özellikle 1850'de yapılan sanayi devriminden sonra yeni pazarların yaratılmasıyla kültürel değişim zorunlu hale gelmiştir.
Daha somuta indirgeyip, örnekleyecek olursak. Örneğin, ABD şu an dünyanın en gelişkin silah teknolojisine sahip olup, ürettiği silahları sattığı ülkelerde savaş kültürünün temeli yaşam felsefesi olmuştur. İsrail ile Filistin arasındaki çatışmaları düşündüğümüzde, okula gitmesi gereken çocuğun elinde kaleşnikof ile İsrailliler'e karşı kurtuluş savaşına girişmesi duygusu, emperyalist toplumları sürüklediği olumsuz noktalardan biridir.
Aynı durum Irak'ta da geçerlidir. Irak'a müdahale eden ABD Başkanı Bush, Saddam'ı göndererek demokrasi kültürünü Irak'a egemen kılacağını iddia etmesine karşın tam tersi Irak insanının birbirine düşmanlığı daha da derinleşmiş ve ülke olarak gelecekleri ipotek altına alınmıştır. Önümüzdeki yıllarda Irak insanı petrolünü yok pahasına ABD'ye teslim edip, savaş tazminatını ödemekle meşgul olurken, diğer yanda o topraklarda doğacak olan çocuklar besinden, bilgiden ve ilgiden yoksun bir şekilde büyüyecek ve bütün bunlardan haberdar olmadan geldikleri 'GLOBALLEŞEN DÜNYADA' kendilerini tam bir kaosun içinde bulacaklardır.
İşte yaşanan acıyı dile getiren sözler:
Aklıma Etiyopya ve Sudan'daki eti kemiğine yapışmış insanlar geliyor. Bir tarafta milyar dolar harcama yapılırken, diğer tarafta bence insanlığın utanarak söylemesi gerektiği kelimeden yani 'AÇLIK’ tan her yıl 38 milyon insan ölüyor.İşte dünyadaki bu dengesizlik tüm çıplaklığıyla göze batıyor ve biz bu global köyde yan komşumuzun bile aç uyuyup uyumadığından bihaber bir şekilde yaşıyoruz.
Asıl sorun, yine bilim ve teknolojiyi elinde tutan ülkelerin üretim yaparken ne kadar ahlaki davrandıkları, insani boyuttaki düşünceleri ile alakalıdır. Mesela, ABD, KYWOTO anlaşmasını imzalamayarak ozon tabakasının delinmesine neden olmakta ve böylece küresel ısınmayla birçok ülkede de açlık ve kıtlığın önünü açmaktadır. Yani kendi halkının refahı ve mutluluğu için insanlığın geleceğini tehlikeye sokmaktadır.
Günümüzde bilim ve teknoloji alanında öncül ülkeler ürettikleri malları satmak için, söz konusu ülkelerde o malın tüketimini özendirerek yapay kültür oluşturmaya çalışmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle mallarını satmak ve tüketici davranışlarını ürün doğrultusunda etkilemek için her türlü aracı kullanmaktadırlar. Örneğin; hesap makinesi, bilgisayarlar, dvd, cd vb. unsurlar promosyon altında küçük elektronik araç olarak dağıtılabilmektedir. Batı, kendi ürünlerini satarak daha fazla milli gelir elde etmek için, geri kalmış ülkeleri kendi normal yaşam alışkanlıklarından vazgeçirmeye yönelik her türlü yöntemi kullanmaktadır. Örneğin; tekstil sektöründe kot ürünlerini giyme kültürünü yayarak, kendi alışkanlıklarını empoze ettirmeye çalışmaktadır ki, geri kalmış ülkelere çok yüksek fiyatlı teknoloji ürünü makineleri ve boya maddeleri satmalarıyla da, zengin ülkeler daha da zenginleşirken ve lüks bir yaşam yaşarken; fakir insanların daha yoksullaşmasına ve sıradan bir yaşam sürmelerine neden olmaktadırlar. Bu da tüm dengelerin bozulması ve hegemonyanın yüzünü göstermesi anlamına gelmektedir.
.
Türkiye'de; medyada, müzikte, sanatta, hayatımızın her alanında kültür saldırısı kendini göstermektedir. Geniş kitlelere ulaşan ve en büyük araç olan medya bugün eğlence programları adı altında her türlü soytarılığı yapmaktadır. Bunun en büyük nedeni ise reytingler 'sanal makine' üzerine kurulu olan ve reyting oklarını tüm dünya ülkelerine fırlatan emperyalist ülkelerdir ve medyanın tam ortasında kendini bularak amaçlarına ulaşmışlardır. Kuşkusuz bu durum, açık hedef haline gelen bizlerde de son derece olumsuz etkiler yaratmış ve bu ülkelerin diğer ülkelerde de yaptıkları hegemonyayı da ele alacak olursak, insanlığın psikolojisi tamamen alt üst olmuştur, kimi ülkelerde demokrasi ve özgürlük adına yapılan saldırılarda ise; o ülke coğrafyası kanlı, kırmızı birer tablo halinde dünya pazarına sunulmuştur.
Bugün küresel kültür, bize yaşam biçimi, ürün ve kimlik pazarlamaktadır ve böylece dünyayı tek tipleştirecektir. Dünya diktatörlüğü anlamına gelen küreselleşmenin götürüsü aysbergin görünmeyen yüzü kadardır.Küreselleşme çatısı altında oynanan oyunlar her zaman yıpratıcı olmuş, götürüsü getirisinden daha fazla olmuştur.
Doğu ve batı arasında birer köprü konumunda olan bizler ise gücümüzü tarihimizden ve kendi kültürümüzden almaktayız. Aynı zamanda kültürümüz ile emperyalist kültür arasında uzlaşmaz çelişkiler mevcuttur. Yurdum insanı her zaman halkların kardeşliğinden, barıştan, adaletten yana tavır sergilemiş ve insanı insan yapan bu gibi değerlerle ruhunu beslemiştir.
Ey Batı coğrafyası!
Var mısın kardeşliğe, var mısın barışa, adalete; söyle var mısın? Yoksan eğer sana şunu derim:
Doğuyu doğduğu yere gömersen,
Karanlığı kıldıysan egemen,
Sen de olamazsın bu âlemde
Tek başına 'KÜRESELLEŞEN.'
7 Kasım 2007 Çarşamba
Bir tek bu gün afalladım!
24 Ekim 2007 Çarşamba
Karşısı karışık.
20 Ekim 2007 Cumartesi
Abim Evin Tek Çocuğu
Rahip okuluna gitmeyi başta sorgulamamıştı, ancak sonra abisinin de aklını çelmesiyle fikrini değiştirip rahip okulundan ayrılmıştı. Teknik okulda okumak değildi isteği, edebiyata girmek istiyordu. Ancak ailedir, engeldir, teknik liseye girmişti.
Düşünce yapısı oturmamış kişilerin toyluğunda oradan, buradan fikirle faşistliğin sembolü haline gelir Accio. Kavgacı, ailesiyle bir türlü anlaşamayan Accio, kendini faşistlerin yaptığı eylemlerde bulur. Aslında durum faşist olmaktan daha öte; boşluğun bir şekilde bir düşünceyle ya da bir başkaldırışla dolmasıdır. Accio en başında farkına vardığı gibi yalnızdır.
Küçük, eski bir ev. Kirişleri güçlendirmek için sonradan yapılan demirler olmasa belki de yıkılacak. İşçi ücretiyle geçinen ailenin üç çocuğundan diğeri olan Manrico komünisttir, o da kardeşi gibi eylemlerde bulunur. Ancak Accio’nun aksine yakışıklı, sevilen, dinlenen biridir. Manrico’ya destek veren anneleri, bir ev için; ev partisine oy veren ailesinin geçimi için uğraşan bilindik bir ev kadınıdır.
1960 ve 1970’li yıllardaki İtalya’nın siyası yaşamını konu alan film, Accio’nun faşist, Manrico’nun komünist düşünceleriyle karşı karşıya gelmelerini anlatıyor. Eylemlerde, evde birbirinin boğazına yapışan iki kardeş yine de ‘kardeş’ olmanın anlamıyla birbirlerini savunmayı da hiçbir zaman unutmuyorlar. Diğer kız kardeş de tabii sevilen Manrico’nun yanında ve yoldaşlarıyla beraber bir müzik grubunda bir müzik aleti çalmaktadır.
Accio sinirli yapısı yüzünden kimseyle anlaşamaz, herkesle kavga eder. Koridorun önündeki küçük odasından –belki oda bile denilemez- ve ailesinden umudunu keser. Bilinçsiz bağırışları, kavgaları ve karakoldan eksilmeyen görüntüsüyle aksi biri olup çıkar. Abisiyle bütün düşüncelerinin uzağında kardeş olup anlaşabilmelerini tek bir şey engeller.
Film mizahi dille, İtalya’nın 1960 ve 1970’li yıllardaki faşist ve komünist eylemlerinden yola çıkarak zıt iki fikrin bir ailede doğmasını anlatıyor. Film 2007 İtalya David di Donatello Ödülleri’nde en iyi Kurgu, en iyi senaryo, en iyi erkek oyuncu (Elio Germano), en iyi yardımcı kadın oyuncu (Angelo Finocchiaro) ödüllerini almış. Filmlerde hep sorunlu kişilerin yanında olmamdan mıdır nedir Accio’yu daha çok sevdim Manrico’ya göre. Film ilk dakikalardan güzel müzikler duyacağımızın haberini veriyor ve film boyunca dinlediğim müzikler hâlâ aklımda.
Film Ekimi’nin geçen sene beni hüsrana uğratan bir filminden sonra böyle bir film izleyeceğimi düşünmüyordum aslında. Büyük bir etki bırakan filmlerden değil kuşkusuz, yani en azından benim için. Ama biraz arkamıza yaslanıp suratımızı gevşeterek eğlenip düşünebileceğimiz bir film. Sonra da ayaklarını uzatırsın iskelede, önünde deniz, arkada müzik, karşında Accio ve filmden çıkarken garip bir hüzünle o cümle çıkar yine ağzından:
“Abimi özledim lan!”
18 Ekim 2007 Perşembe
Giderken Kurbağa, Kalırken Balık
-Konuşmayı bırak da sus artık. Arkamda garip bir karanlık var. Bilmiyorsun, bilmiyoruz olanları. Sen balık olduğunun farkında değilsin artık. Ayağının altında bir zemin dönmekte ve konuşup duruyorsun. Aslında hep konuşuyoruz. İnsanız ya bildiğimizi sanıyoruz, bilmiyoruz balık. Sen o kağıda küçük çizgilerle bir balık çizip maviye boyadığında da bilmiyorduk, şimdi de. Biz eskiden her şeye gülerdik öyle değil mi? Tren geçerdi gülerdik, yağmur yağdığında, kitaba su döktüğümüzde, müzik dinlediğimizde hep gülerdik. Söyle bana aklındakini! Kaçırdığımı biliyorum, sen bilmesen de biz hep sustuk aslında. Neyi söyledik ki birbirimize? Uzağa giderken, kalırken de hep birbirimizde aradık suçu. Şimdi ne olur sus da, gideyim ben. Kalmak neyi değiştirir ki? Hem gitmektir yaşamak, sen öyle derdin.
-Ne geçti biliyor musun? Bilmesen de olur. Hani balık ve kurbağa olmak. Eskiden sokakta yürürken bile yapardık bunu. Büyüdük mü ki?
-Kafamı suyun içine daldırıp onaaa kadar sayıyorum.
-Ben de önümdeki koskocaman yaprağın üstüne atlıyorum. Burası hep sazlık.
-Bana da saz toplar mısın?
-Sen denizanasıyla arkadaş olursan toplarım.
-Anlaştık sevgili kurbağa.
-Ben bataklıktan dönünce yemek hazır olsun.
-Yosun getirmeyi unutma, bir de yerleri yeşile boyamadan gel bu sefer.
-Sen de kum getir bugün balık. Merdivenleri düzeltmemiz gerek.
-Bunlar eskidi mi, bazen dönüp arkama bakıyorum da, çocukluk aslında orada olduğu gibi güzel. Belki de sen haklısın. Geçmişte ne arıyorum ki, biz burada şimdi’den bahsetmeliyiz. Ayrıca şimdi aynı karede olsak yani dönsek çocukluğumuza, biz şimdi, aynı biz olabilir miyiz? Aynı şekilde mi kaldık sanki? Senin dertlerin büyüdü, benim gözlerim yorgun. Eskiden gözlüğüm yoktu değil mi kurbağa? Sesin bu kadar güzel değildi hem senin. Sonra uzak değildi bakışların, şimdi de muzip ama, değişti, değişenin ne olduğunu bilmiyorum. Sen güzel resim yapamıyorsun hala ama.
-Balık olma hayalin uzak değildi, sen kafanı soktuğunda suyun içine kendini balık sanırdın. Değişen ne ki balık, hep aynı şarkıdayız aslında. Konuşsak da hep sustuk biz. Diyorum ya sana yanında susarken bile durabildiğim tek insansın. Balık biz insan olmayalım. Konuşmayı bırakıp susalım balık, sen büyü, deniz ol, büyüsün gözlerin balık. Konuşmayı bırakıp susalım balık. Son susma vaktidir bu.
eksikhece.com
Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!
-
Bulutların kavgasından yorulmuş gökyüzü itekliyor onları bir kenara başka diyarlara. Mor menekşelerin üzerlerine düşen gölgenin yerini güneş...
-
Hangi kelime eksik kaldı bilinmez, ama cümlem bir hiçi anlatmaya meraklı başladı konuşmaya. Kaçan yoktu elbet, duvarın dibinde oturmu...