22 Aralık 2007 Cumartesi

Bataklıktaki Çiçek


Can çekişiyordu, adeta ölüyordu.Son yaprağı da o pis kokulu karanlık çamurun altına gizlenmek üzereydi.Oysa o nerelerde dolaşmıştı, nerelerde bulmuştu öz benliğini.Kokusu da bitmek üzereydi.Bataklık kokusuyla iç içe geçmişti o güzel, beyaz yapraklarının kokusu.Bir zamanlar, gün ışığıyla dans ederdi gövdesi; ama şimdi zor buluyordu kendini.Batmak üzereydi, ama düşünesi gelmiyordu şimdiki halini.Anı yaşa derdi diğer çiçekler ona.Çok güzel anlar yaşamıştı ve birden anılarda bulmuştu kendini.Ah, ne de güzeldi bir aşığın, rüzgarlı bir günde söylediği şarkıya kokusuyla karışmak, ne de güzeldi bir sevgilinin kollarında okşanmak, burnunda bitmek.Bitmemişti onun güzel kokusu, böyle mi bitmeliydi diye düşündü.Kim atmıştı onu bu bataklığa.Adeta karanlığa düşmüştü ama beyaz yaprakları gibi sadeydi içi.Dese de Aristo: “Ruhun güzelliği bedeninki kadar kolay gözükmez.” diye.Onun iç güzelliği daha da güzeldi dış güzelliğinden.Beyazdı dışı bir zamanlar, o beyazlığı içine de katmıştı o zamanlar.Şimdi ise elinde kalan, içine dolan tek şeydi bu beyazlık.Dışı kararmak üzereydi.Oysa o, içi karanlık olup dışı beyaz olmaktansa; içi beyaz olup dışı çamur rengine boyanmayı tercih ederdi hep.Etti de.

Neydi peki beni bu hale getiren diye sordu kendine.Çok pisti dışı, korkuyordu o pisliği içine bulaştırmaktan, dış dünya niye bu kadar karartılarla doluydu dedi birden.Bilmiyordu çamurun kenarında var olmaya çalışan otları, bilmiyordu göklerde uçuşan martıların derin çığlıklarını, bilmiyordu insanların söyledikleri sözlerdeki sevginin manasını.Bilmiyordu…Ta ki birinin onu kurtardığı anı görene dek.Artık o da biliyordu otların bile yaşam kavgası vermeye çalıştığını, o da biliyordu kuşların bile aşık olabileceğini ve en önemlisi de onu kurtaran gizemli elde gerçek sevginin var olduğunu biliyordu.Çünkü o, gizemli elin ona getirdiği sevgiyle yaşıyordu.

19 Aralık 2007 Çarşamba

Her bir basamak mıhlanıp kalmış, bir üstündekine imrenir durur, bir üste sonra daha da üste çıkma hevesiyle yanıp tutuşur. Gıcırdayan tahtaların arasında birikmiş tozlar öksürtür basamakları her ayak darbesi aldıklarında. Ezilmek adına yazılmış geçmişleri, şimdileri ve gelecekleri. Merdiven kenarını çevreleyen korkuluklar sınırlandırıyor basamakları ve adımlarımın yalpalayışını. Giriş kapısının tokmağını avuçlarımın içine aldığımdan beri beni sarıp sarmalayan tozlanmış gıcırdayan bir ruh hali, her bir basamakta kendi adımlarımın altında ezildi. Etrafından geçtiğim her nesnenin yaşantısını içime doldurarak ilerlemek ve bedenimi gözlerimde hissetmek belli bir dereceden sonra inanılmaz ağır geliyor. Kalbimin hızının hislerime, kalemiminse düşüncelerime yetişememesi gibi… Ucu gözükmeyen basamak kalabalığının – ortası mı bilmiyorum – belli bir yerinde nefes alamaz hale geldim. İçinde bulunduğum bu sınırlı boşluğu aydınlatma ağrısı çeken loş ışıklar, aralarındaki mesafeyi git gide arttırıyor. İçime çöken kasvet parmak uçlarımda istemsiz bir titremeye sebebiyet verip hayal gücümün kapılarını zorluyor.

- Hayat beni zorla!

İnancın hayalle bilek güreşi yaptığı saatleri yaşamaktayım. Birbirlerini zorlamaktalar. En hiddetli anlarında, işaret parmakları şaha kalktığında, gözlerimden çıkan kıvılcım her ikisini de küle döndürmeli. Yaratanın tas tas çamurundan şekillenip de onun alevinde pişen ellerim iki kül tepesini harmanlayıp başımdan aşağı boca etmeli. İnancın ve hayalin tozları, çıktığım merdiven basamaklarında üzerimden kayıp tahta çatlaklarını doldurmalı ve buradan geçen her bir han yolcusunun – ilk miyim, son mu, tek mi – bıraktığı aşk /gurur, yalnız/bencil ikili küllerinin içinde kaynaşmalı. Bir dünya olmalı küller. Merdivenin neresindeyim hala bilmiyorum, üzerimden döktüğüm toz yığınını ton sayıyorum. Tüm tahta boşluklarını dolmuş görüyorum. Belki de bu merdivenlerin en son yolcusu olma isteğimdendir bu. İlk ve tek olmayı takmıyorum.

- Gözlerimde görüyorum bedenimi.

Bir üst basamağa çıkmak için vücudumu her kıvırışımda göz kapaklarım, parmaklarım, dizim, karnım, sırtım iç içe bir ahenkle bükülüyor. Sessizce boşalıyor kanım bacaklarıma, hissediyorum tane tane vuruşunu kanın bileğimde. İçimdeki kırmızı şelalenin akış heyecanı beni bunaltıyor, anlam veremiyorum ara sıra bu şehir içinde bulunduğum mekan hakkında bir anlam. O an her şey manasız. İç sesin sahibi kayıp. Merdiven gibi karışık, üst üste basamaklar gibi bir yığın insan.

- Bedenimden soyunmam gibidir zamanın yaşamdan ayıklanması.

Sonu olmayan bir tırmanıştayım sanki bir sinyal merdiven korkuluklarından bana doğru gelen ürkütüyor cesaretimi. Aniden, ismini bilmediğim tanımadığım bir basamakta çöküverdim. Sağ elim korkulukların çürümüş, nemli, hafiften işlemeli çubuğuna tutulu, sol elimse yorgunluktan sararmış sol yanağımı avuçlamış biçimde, oturuyorum. Kendim kendimin içinde, dünya kendinde dönüyor. İç içe, mide bulandırıcı hayatlar beynimden sıçrayıp merdivenden aşağı doğru süzülüyor. Zamanın hükmünü giymiş insanlar görüyorum, karşımda şekilleniyorlar. Titreyen ellerinin avuçladığı saçlarının siyahlığı burunlarının ucundan akıyor yavaş yavaş. Pürüzsüz ciltlerinde benekler uçuşuyor, buruşuk vücuda konuyorlar sonra . Doğamayan bebekler, annelerinin karınlarını tekmeliyor, yüzsüz suratlarını karanlık hiçliklerine çevirip ölüm havuzunda bir bir batıyorlar, işaret parmakları havada. Ben de varım der gibi, beni de seç hayat der gibi, suratıma var oluş sebebimi vurur gibi, kendi doğuşumdan kendimi utandırır gibi, cesaretimi kırbaçlar gibi. Gibi gibi…
Köşesiz, herkesin merkeze eşit mesafede ve sonsuz çapta, “erken ve geç” ile bezenmiş bir zaman çarkının etrafını sarmalamış insanlığa zararlı insanlar. Çark döndükçe, merdiven basamaklarını sınırlandıran korkuluklar ve duvar arasında mekik dokuyor ve ben biliyorum ki şimdiyi bulmadıkça çark düşüncelerde, her bir dönüş bir dahaki dönüşün hızlanmasını sağlayacak. Zamanın cismani boyutunda kol saatlerinin emrine itaatteki bu insanlar içine doldurdukları yaşanmışlıkları kusarak ölecekler. Geçmişlerinde boğulan insanları taşıyan çarksa üstüne binen ağırlıktan dolayı düşmeye başladı merdivenlerden geriden geriye, döne döne. Gözümden kayboldu. Şimdi bir ben varım bir basamak içinde.

— Yükseliş, duruş, gerileyiş kesişimindeki kıskaçta sıkışıp kalabilirim. Kendimi burada bırakmamalıyım. Savrulmalıyım, yolumu bilerek hem de.

Kelimesizlik açlığında kaşlarını yolan bir şair kadar acınacak durumdayım belki de. Belki de bu bina dışındaki veyahut bu binadan haberi dahi olmayanlardan çok daha ama çok daha şanslı durumdayım. Bilmiyorum insanlıktaki sıralama hanemi. Duvarların soğuk yüzü bir süre sonra daha üst basamaklara ilerleyişime neden oldu. Bu kez daha hızlı çıkışlar. Geride kalan basamağın hatırını sormayan sert adımlarım nefes nefese. Kapısız duvarlar, soluksuz basamaklar, penceresiz bir bina içerisindeyim. Arkamdan dönüp gelecek, döne döne keskinleşecek, bir savruluşla başımı gövdemden koparmaya niyetli olabilecek bir çark var. Umurumda değil ve yorgun değilim artık. Savaş vermiş duygularım. Yenilsem de yensem de girdim ben bir kere o kapıdan.

- En son kattasın hayatım. Son kere tat her ne istersen.

Tut ki yoruldun, son basamağı çıkar mıydın, bedenini gözünden çıkaracak son basamağı. Derhal sol ayağımı attım, merdivenle yolculuğumu tamamladım. Loş ışıkların geride kaldığı, bulutların güneşi perdelediği ikindi deminin tüm gücünü zorlayarak verebileceği en fazla ışık karşımda duran pencereden içeri girmeye çabalıyor. Pencereyle merdiven bitimi arasında sadece üç adım ve ben pencereden üç adım gerideyim. Kollarımı uzatsam pencereye, parmak uçlarımla pencere arası bir adım. Bakışlarımınki iki yüz yirmi iki. Gözlüklerimi çıkardım. Şimdi üç adımlık görüş mesafesindeyim. Dışarıya bakmadan gözlüklerimi attım pencereden. Uçtularsa gözlüklerim, yukarı; yok hala kanunuyla dönüyorsa dünya, aşağı.

- Ben hep uçmak istedim!

15 Aralık 2007 Cumartesi

el

yan şimdi.
ins, elini aldı yaratandan,
şekillenen tas tas çamurdan
sıcaklığında alevin pişen.
-
ölümün soğuk nefesini
taşımakta ki yangın
kaçıyoruz ondan
halbuki
yan şimdi.
-
elini ver bana ateşler içerisinden.
-
...
ins, atalarından yadigar arnavut kaldırımlarından
geçti, gitti.
-
yürüdü,
başının üstünde elleri
namluda mermi.
gözlerinde sevgili
yüzünde elleri;
utancın yanıbaşında aşk.
dolanırken dudaklarında parmaklar
bir yol çizer sesten bakışa.
-
ins yürüdü,
iki yakayı çengelleyen köprüde
elleri cebinde.
o an manası yok zamanın,
avareliğin şerefi!
garibin sorumluluğu ve
nedeni yok sonucun.
-
yürüdü ins,
kitabındaki cümleleri ayıkladı.
yıkadı ellerini kelimelerle.
anlamak buydu?
-
...
şimdi elini ver bana;
her işlenen sevap ve günah anısına,
ateşler içerisinde doğan ve
onda ölecek elini.

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!