19 Mayıs 2007 Cumartesi

Son

Dünyanın en güzel manzarasına bakıyordu ama onu görmekten uzaktı. Köprüden sarkıttığı çıplak ayakları asfalta çıplak basmaktan aşınmış, kanamıştı. O kadar sefil görünüyordu ki…

Tam dilediği gibiydi. Sefil, bitmiş, hayattan hiçbir tat alamaz halde. Acı çekmeyi seviyordu. Ama acı çekmeyi sevdiğini bilmiyordu. Tek bildiği sefil ve paramparça olduğu hiçbir işe yaramadığıydı, bu dünyaya tanrıyı eğlendirsin diye gelmişti; Tanrıyı ve diğer tüm tanrıcıkları.

Tanrıcık diyordu sevdiği ama onu sevmeyen insanlara.

Eh şimdi buradaydı işte. En sevdiği havada –kasvetli yağmurlu bir gecede, ay ışıklarını kendine saklamıştı- yanından geçen arabaların salladığı köprüde ayakları 65 metre aşağıdaki denize kan damlaları gönderirken.

Gözleri ilerideki kız kulesine takılmıştı. Aldatılmışlığının sembolüne. Eh bir şeyi birisinin sembolü haline getirdiğinizde sorun bu oluyordu işte. Nereye giderseniz gidin ondan kurtulamıyordunuz. Ama gideceği yerde kız kulesi yoktu. En azından olmayacağını umuyordu. Tahmini kazıklar ve ateşli geceler üzerineydi… Kız kulesi onun için ne ifade ediyordu? Sadece kendisi biliyordu. Çoğu insan için ifade ettiği şeyi ifade etmiyordu aslında ama O insanların onun için kız kulesinin ne ifade ettiğini anlamamasını istiyordu. En yakın arkadaşlarının dahi. Nedendir bilinmez, sır saklayamazdı pek. Aslında saklaması gerekenleri saklayamazdı. Söylemesi gereken şeyleri de asla söyleyemezdi. Söylediğinde de ya çok geç olmuş olurdu ya da anlamsız olurdu sözler. Ama bu sırrı çok güzel saklamıştı. Birazdan bu sırrı denizkızlarıyla paylaşmaya gidecekti. Hoş denizkızlarına inanan tiplerden değildi. Tabii böyle tipler varsa…

Zamanın gelmesini bekliyordu. Bir de yağmurun dinmesini, kendisi yağmurda denize girmeyi sevmezdi. Tatlı suyla tuzlu su derisine aynı anda değdiğinde içi bir hoş oluyordu nedense. Zaman ne zaman mı gelecekti? Saat 14.20’de. Yaklaşık 12 saat vardı daha düşünecek ve nefes alacak.

Doğrusu düşünmeyi çok severdi. Hatta en sevdiği ve en becerikli olduğu uğraşlarından birisiydi düşünmek. Düşünmek ve düşündüklerini düşünce olarak beynine gömmek…

Birden ensesinden içeriye kaygan bir sıvı sıçradı ve işte! Kaşınıyordu. Ah bu hisse bayılırdı. Kaşınmak, dünyadaki en yüce his. “Kaşınıyorsanız yaşıyorsunuz demektir.” Derdi kendisi alerjisi her başladığında.Yaşayan yaşamayan aşağı yukarı her şeye alerjisi vardı. Tenine değen bir tene, bir tutam saça, makyaj malzemelerine, jöleye, tarağa, bakkalın çırağına, çırağın kedisine… Kaşınmadığı zamanlar ya bilinci yitik olurdu ya da bir şeylere kendini o kadar kaptırmış olurdu ki yaşadığını dahi unuturdu adeta.

Unutmak demişken, kız kulesine bakarken bir anlığına neden evinde olmadığını yağmurlu bir gecede ayaklarının çıplak olduğunu ve neden bu köprüde olduğunu dahi unutmuştu. Bunda hem sabah ilaçlarını almamasının etkisi vardı hem de yine geçmişe dalmış olmasının. İşte kaşınmaya başladığında her şey tekrar aklına gelmişti. Tekrar yaşama dönmüştü.

Sabah yaklaşırken batıdan yükselen pusla beraber kendisine geldi. Uzun süredir bu kadar rahat uyumamıştı ve uzun süredir bu kadar erken uyanmamıştı. Sabahları özlemişti doğrusu. Onun için öğleler sabah olduğundan beri hayatı bir sorunlar zinciriydi zaten. Şöyle söylemek geçiyordu içinden. “yalnızken unuttuğum sabahı burada bulacağımı bilseydim, ölümü değil sabahı arardım uykuda” Düşündüklerini ifade etmekte yalnızken bile çekingendi. Bu nedenle içinden konuştu kendisiyle ve kendi kendine gülümsedi.

Gülümsemeyeli ne kadar olmuştu? Pek değil aslında. Ama her gülüş yabancı geliyordu ona. Dudakları zor alıyordu gülen insan dudağı şeklini.

Yolda yürürken kös kös bakışları geldi aklına, gülmeyi sürdürürken. İnsanlar neden güldüğünü düşünür diye hiç gülmezdi. Sanki insanların ondan başka işleri yoktu. Sanki tüm dünya onun hatalarını çekiştirmek için bir zayıflığını, bir hatasını arıyordu. Aslında aramadıklarını biliyordu ama bu kuruntularından asla vazgeçemiyordu.

Öğlene doğru acıkmaya başlamıştı. Ama az kaldığından yiyecek bir şeyler almak için bir yerlere gitmek için acele etmesi gerekiyordu ve O hayatında sadece bir kere acele etmişti. Acele etmesinin sonuçlarından birisiydi burada olması zaten. “Neyse artık.” dedi yine kendi kendine…

Ah kendi kendine konuşmayı pek de severdi. Ne de olsa çocukluktan kalan bir hobiydi. Arkadaşları onu top oynamaya çağırmadığında kendi kurgusu olan oyunları tek başına oynar, kendi kendine konuşurdu. Çocukluğu ne de güzeldi. Yastıkla öpüşmeyi özlemişti. Bir de Cloudia’yı. O zamanlar çizgi karakterlere âşık olmak için çok küçüktü. Ama hayatının hatırladığı ilk yarısından itibaren sürekli bir şeylere ya da birilerine âşıktı zaten.

Tüm bunları harıl harıl düşünürken köprünün ona yakın olan kısmından bir Mazda 323 geçti. Tam hayalindeki gibiydi; kıpkırmızı, farları açık. Sürmeyi istediği tek araba o olmuştu hayatı boyunca. Geceleri adını sayıklardı küçükken. Hiçbir zaman binemeyecekti gerçi. “Olsun” dedi. İçten içe de arabanın şoförünü kıskanıyordu. Neden onun değildi o araba da, öyle tipsiz ayı tipli bir herifindi. Bu Haktan reva mıydı ona? Neden? Neden? Ve saat gelmişti. Telefonu yıllardır ilk kez ses çıkartıyordu. Alarmı ilk kez kurulmuştu ve çalıyordu. Telefonu çaldığı zaman insanların dikkatini çekeceğinden korktuğundan hep titreşimde bırakırdı normalde. Ama eh burada ondan başka kimse yoktu.

Lanet olasıca hava da 5 ay öncesiyle birebir aynıydı. Sadece mekân farklıydı. O da zorunluluktan… Gözlerini kapattı. “Güle güle” dedi ve elindeki yeşil kutuyu tüm kuvvetiyle rüzgâra ve boşluğa fırlattı. Kutudan bir dünya kâğıt fırladı; sinema biletleri, birkaç kez yazılmış ve asla verilmemiş kartlar, birkaç ufak tefek verilmemiş hediye… Kırmızı ambalajlı yırtılmış bir de kek paketi. Rüzgârda uçup taklalar atarak gözden kaydoldu hepsi. Köprüdeki kanlı ayaklı perişan adam gülüyordu şimdi. Ne yaptığını düşünürken kendini çocuk değil de adam olarak düşündüğü için gülüyordu. Adam olmuştu sonunda ve tüm yüklerini rüzgâr almış uçuruyordu uzağa. Özgürdü artık, yeşil bir kutudan fırlamış bir yiyecek paketi kadar özgür!

Ve şöyle dedi bu sefer bağırarak yıllardır sustuğu sesiyle; “Güle güle, gülebilirsen yine…”

“Üç noktaları öldürdüm. Bitecek artık her şey. Belki hayatım da bitecek bir gün ama sonsuza kadar acı çekmek zorunda kalmayacağım. Rüzgârda savrulan hatıralarımın denize düşüşünü gördüğüm gibi cehennemin dahi sonunu görebiliyorum şimdiden. Var olmak çok güzel.”

3 yorum:

Mavisel dedi ki...

Sonu şaşırttı :)Bu yüzden iyi kurgulanmış belki de hiç kurgulamadan yazmışsındır, bilmiyorum ama iyi ki okumuşum, beğendim.

Semih dedi ki...

Aslında tüm o kocaman sözler ve paragraflar öbeği aptal bir herifin kafasına bi şeyin dank etmesini anlatıyor. (Ve doğru tahmin kurgu yok. Aslına bakarsan hayatım boyunca hiç bir zaman hiç bir şeyi kurgulayarak yapmadım. Ne zaman bir şeyler kurgulamaya çalışsam elime yüzüme bulaştırıyorum.)
"Aptal herif intihar etmeyi düşünmektedir, ama uzunca düşündükten sonra intihar etmenin ne kadar da gereksiz ve amaçsız olduğunu anlar. Ve ölmek yerine öldürmeyi seçer; tabii yalnızca hatıralarını..."

Pınar Özcanlı dedi ki...

Sonu şaşırtmadı beni. Yazdıklarının arasında şu ana kadar en beğendiğim bu oldu. Ama yine de bir daha böyle bir yazını okumak istemem.

eksikhece.com

Artık http://eksikhece.com 'dayız!!!